30.11.17

Büyük Halı



Salona büyük halıyı aldığınız günü hatırlıyor musunuz? Renkleri ne güzeldi, desenleri ne kadar incelikliydi, çok da büyüktü gerçekten, salonun neredeyse tamamını kaplıyordu, zengin de gösteriyordu. Çok iyi bir alışveriş yapmıştınız; eşinizle birbirinizi kutladınız.

Gel zaman git zaman, salondan bir ses gelmeye başladı, özellikle de gece sessizliği çöktüğünde – bir kemirme sesi. Başlangıçta o sessizlikte bile duyması zordu, o kadar zordu ki bazen duymadığınızı, uydurduğunuzu sanıyordunuz. Kulak kabarttığınızda çoğu zaman başka sesler ağır basıyordu. Fakat zamanla ses yükseldi, gündüzleri de duyulur oldu; sonunda öyle bir noktaya ulaştı ki, bastırması için yüksek sesle müzik çaldığınızda bile duymazdan gelemez oldunuz kemirme sesini.

Sesin bu kadar artmasıyla birlikte salonda tuhaf bir koku da duyulur oldu; ekşimsi bir kokuydu başlangıçta, açıkta kalmış turşu gibiydi; zamanla, sesin artmasına benzer bir şekilde, koku da kesifleşti, değişti, çürümüş et kokusuna dönüştü, genzinizi yakmaya başladı. Mümkün olsa, salonun kapısını kapayıp evin o kısmını tamamen iptal edecektiniz ama mümkün değildi; salon evin tam ortasındaydı, bütün odalar salona bağlıydı, eve salondan giriliyordu.

Uzun süren inkar döneminizden sonra bir gün gerçeği kabullenmek zorunda kaldınız: Büyük bir sevinçle evinize aldığınız, salonunuza serdiğiniz o güzelim büyük halının içinde belli ki pek çok minik yumurta vardı; zamanla hepsi çatlamış, kim bilir ne yaratıklar çıkmış, halıyı kemire kemire büyümüşlerdi. Onunla yetinmemişlerdi elbette – halının altındaki döşemenin de tamamen gittiğini, hatta yaratıkların evin diğer odalarına da sıçradığını idrak ediyordunuz artık.

Sorun bir zamanlar halıydı, ama artık ötesine geçmiştiniz – halıyla birlikte eviniz de çürüyordu, eşyalarınız, giysileriniz, yiyecekleriniz. Hatta siz de.

Sorununuz büyük halınızdan çok daha büyüktü, ama sorununuzu çözmeye nereden başlayacağınız da belliydi – altından çıkacak bütün çürümüşlüğü göze almanız gerektiği de.

19.11.17

Atatürk'ün Kızı Zehra Aylin'in Acıklı Hikayesi



Zehra Aylin 1914’te doğdu; babası Kurtuluş Savaşı’nın önemli yüzbaşılarından biriydi. Babasının ölümünden sonra Kağıthane’de bir yetiştirme yurduna verilen Zehra, daha sonra Mustafa Kemal tarafından evlat edinildi ve Ankara’ya gitti. İlköğrenimini burada, Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ilkokulda tamamladı.

Arnavutköy'deki Amerikan Kız Koleji'nden (ACG) mezun olan Zehra, Oxford’a bağlı Saint Hilda College’a İngiliz edebiyatı okumaya gitti. Noel tatili döneminde Türkiye’ye dönmek isteyince ve babası da kabul edince, 19 Kasım 1935 Perşembe akşamı saat 18.00’de Victoria Garı’ndan Calais-Paris trenine bindi. Yolculuğuyla ilgili düzenlemeler, bizzat büyükelçi tarafından yürütülmüştü.

İnanılması güç kaza 20 Kasım’da, saat 4.20’de meydana geldi. Zehra, hizmetçisiyle birlikte bulunduğu birinci sınıf kompartmandan ayrıldı; uzun süre geri dönmeyince hizmetçi tehlike çanını çaldı ve tren durdu. Yapılan arama çalışmalarında genç kızın cesedi Ailly-Sur-Noye istasyonuna yakın bir yerde, demiryolunun yanında bulundu. Önce Zehra’nın vagon penceresinden sarkarak düştüğü öne sürüldü, daha sonra vagonlardan birinin arkasındaki kapıdan düştüğü sonucuna varıldı. Olay İngiliz ve Fransız basınında da yer aldı.

Zehra’nın cenazesi 2 Aralık’ta vapurla İstanbul’a getirildikten sonra Şişli Sıhhat Yurdu’na kaldırıldı, ardından törenle Teşvikiye Camii’ne götürüldü, namazı kılındıktan sonra yine törenle Maçka Mezarlığı’na defnedildi. Törene “Cumhurbaşkanı Atatürk adına Umumi Katip Hasan Rıza, Vali Muhittin, Parti erkanı, İstanbul’da bulunan saylavlar, Emniyet direktörü, talebe, asker ve polis müfrezeleri” katıldı, çelenkler kondu.

Arkadaşları tarafından sessiz, sakin, içine kapanık bir kız olarak tanımlanan Zehra’nın ölümünün yarattığı soru işaretleri hiçbir zaman aydınlanmadı. Mezarının yeri bugün bilinmiyor.

(Tepedeki Okul, 2017, s. 327)

11.11.17

Varlık Vergisi: Bir Kupür, Bir Rapor, Bir Mektup




II. Dünya Savaşı yıllarında Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun koyduğu Varlık Vergisi, ağırlıklı olarak Türk vatandaşı gayrımüslimlerin mal ve birikimlerine el koymayı hedefliyordu, ancak yabancı okulların da özellikle gelir getiren taşınmazları nedeniyle bu vergiye tabi olacağı anlaşılmıştı. RC Başkanı Walter L. Wright, Jr., 3 Şubat 1943’te Mütevelli Heyeti'ne yazdığı raporda konuyu ve okulun durumunu ayrıntılarıyla anlatıyordu:

"Ben de dahil olmak üzere pek çok gözlemci, bu verginin gayrımüslimleri iflas ettirmek ve ülkenin ticari hayatındaki azınlık kontrolü meselesini nihai bir biçimde "çözmek" olduğu sonucuna vardık. Yabancılara ait şirket ve kurumlar da neredeyse aynı ölçüde ayrımcılığa tabi tutulmuştu. Yunanlıların, Yugoslavların ve İtalyanların sahibi olduğu kurumlar Türkiye vatandaşı azınlıklarla aşağı yukarı aynı oranda vergilendirilirken, Fransız, Alman ve Bulgarlara ait olanlar daha az vergilendirilmişti. Amerikalılarla İngilizlerin vergi yüküyse oldukça hafifti. Örneğin şehirde kendi türünün en yeni ve en iyi donatılmış binasında bulunan Amerikan Hastanesi’ne 2500 lira vergi kesilirken, sefil durumdaki Ermeni Hastanesi’nin vergisi 39.000 lira olarak belirlenmişti… Kolejin vergi değerlendirmesinin de cüzi olduğundan kuşkulanmayı gerektirecek hiçbir neden yok, çünkü mülklerimiz diğer özel okullarınkinden çok daha değerli ve operasyonlarımızın çapı da daha büyük. Büyükelçiliğin de görüşünü sorup vergiye ancak haksız ayrımcılık yüzünden itiraz edebileceğimizi ve böyle bir durumun da olmadığını öğrendikten sonra, işletmemize konan 2500 liralık verginin tamamını ödedik, ama Robert Kolej öğretmenlerinin lojmanları için konan verginin yalnızca 2000 lirasını, yani %20’sini verdik. Diğer Amerikan kurumları da benzer bir yol izledi… Maaşlı çalışan kişilerin listeleri de açıklandığında bunları inceledik ve istisnasız olarak Türkiye vatandaşı gayrımüslim çalışanlarımızın, ayrıca Yugoslav ve Yunanlıların vergilendirildiğini gördük… Herbiri 500 lira vergilendirilenlerin hemen hepsi, aylık maaşı 30 ila 50 lira arasında olan Hıristiyan hizmetlilerimiz ve işçilerimiz, yani kıt kanaat geçinen insanlar ve pek azının birikmiş parası ya da malı mülkü var… Kurumlarımıza karşı bir ayrımcılık yok, ama gayrımüslim çalışanlarımıza ve genelde Hıristiyan ve Yahudi azınlığa karşı apaçık bir ayrımcılık var.

…Bir ay içinde verginin tamamını ödemeyenlerin cezası, Doğu Anadolu’da çalışma kamplarına gönderilmekti. Bu da hükümetin, verginin tamamını ödeyemeyen ya da ödemeyen herkesi sürmeye niyetli olduğunu gösteriyor gibiydi, çünkü gayrımüslimlere getirilen vergiler genelde o kadar yüksekti ki bir aylık zaman zarfında ödenmesi imkansızdı. Dahası ödemelerin nakit yapılması gerekiyordu ve sırf İstanbul ilinde getirilen vergi miktarı 344 milyon liraydı, yani tedavüldeki toplam para miktarının neredeyse %50’si… Mütevelli Heyeti'ne gönderdiğim telgrafa aldığım yanıt uyarınca, çalışanlarımıza ufak avanslar ödedim, böylece en azından küçük de olsa bir ödeme yapabilmelerini sağladım…"

(belge: Washington Büyükelçisi'nin Dışişleri Bakanı'na gönderdiği bilgide, Robert College'e vergi konusunda kolaylık yapılmasının Türk-Amerikan ilişkileri açısından önemi vurgulanıyordu.)

8.11.17

yeni keşfedilen üçgen (precognita)



S: Yeni keşfedilen bu üçgen hakkında ne düşünüyorsunuz? (Fotoğrafı gösterir.)
C: Öncekilere benziyor.
S: Ayırıcı bir özelliği yok mu?
C: Dokunabilir miyim?
S: Tabii. (Uzatır.)
C: Sanırım daha radikal bir imgeleme sahip ≠ dalga boyunu ölçmek zor olacak. Donald cihazı uygun olabilir. S: Demokratikleşme sürecinde kullanmayı düşünüyoruz. Biliyorsunuz, ikizkenar yapılanmadan eşkenar yapılanmaya geçerken çeşitli eşik sancıları yaşanıyor. Oysa sivil savunma, bireyin kendisini devlete karşı savunması olarak anlaşılmamalı. Tabii bu üçgenin okul müfredatına girmesi zaman alacak. Henüz insanlar üzerinde denenmemiş olması da önemli bir dezavantaj oluşturuyor.
C: Ne tutku.
S: Evinizde üçgen var mı?
C: Gerekli olanlar dışında çok şey biliyorsunuz. Boğazım kurudu.
S: (Omzuna vurarak teselli eder.)

S: Bu üçgen işe yarar mı sizce?
C: İşe yaramaktan neyi kastettiğinize bağlı.
S: Yeni bir oyun kurabilir miyiz örneğin?
C: Aşk gibi mi?
S: (Yanına gidip kucaklar.)
S: Bunu yapmak zorunda mısınız?
C: Elimden başka birşey gelmiyor. Gidenlerin arkasından yeterince ağladığımı düşünüyorum. İçi boş bir teneke olmadığımı unutmayın lütfen.
S: Elimdeki vakum pompasından mı rahatsız oldunuz?
C: Kendinizi bu kadar beğenmeniz için ne yaptım? Yalnızca yaşıyorum ben.
S: Bu oyunu sevdiniz mi peki? Yeniden oynamak ister misiniz?
C: Yaşamımı ortaya sürsem, daha değerli olacak mı oyun?

S: Sorularımla sizi sıkıyor muyum?
C: Üçgen konusundaki saplantınızdan bir uzmana, örneğin Doktor Doğulu’ya söz etseniz...
S: Karım İspanyoldu. Evde İngilizce konuşuyorduk, birbirimizin anadilini hiç bilmiyorduk. Umutsuzluk yüklü bir yemekten sonra örneğin, ya da sabah önce ben uyanıp banyoya gittiğimde ve çıktığım zaman onun daha afyonunun patlamamışken işemeye ve yüzünü yıkamaya geldiğini gördüğümde dar koridorda karşılaştığımızda, kollarına hafifçe dokunarak ama sarılmayarak, çünkü o sırada herşeyi yapabilir, söyleyebilir, kalbim kırılabilir, o yüzden hiçbir şeyi ziyan etmemek, enerjiyi hesaplı kullanmak gerekir, yanından geçtiğimde Türkçe sözler yükselirdi içimden, yıllar öncesine ait bir hava raporu olurdu bu bazen, neden hatırlıyorsam, ya da sevişmekle, şehirlerle, yalnızlıkla ilgili sözler, o da sofrayı toplamada bana yardım ederken ya da tuvaletten çıktığında İspanyolca konuşmaya başlardı, söylediklerime yanıt verir, itiraz ederdi, güldüğümüz olurdu, ciddi kavgalar ettiğimiz de, küsmezdik ama, uzun süre sessiz kalırdık, sessizliğimiz bile kendi dilimizde olurdu, karım beni terk edip başkasıyla olmaya başladığında, bir sabah banyodan kahvaltı masasının boşluğuna uzanan koridorda yürürken İspanyolca konuşmaya başladım; neden şimdi geri geldiniz, genzimi yakmaya mı?
C: Kabuklarımızın çarpışmasını dinlemekten hep nefret ettim.
S: Söylenmeyen söz ağırlaşır.


"Yazılamayacak Öykü - Donald Bathelme"den, Gizli Hava Müzesi (1993)

13.9.17

Bellek, Gelecek Anıları



Kültürel etkinliklere sponsorluk desteği vermek bugün tüm dünyada pek çok şirketin, bu arada da bankaların “halkla ilişkiler” çalışmalarının standartlaşmış bir parçası; festivaller, konserler ve spor organizasyonlarında özel bankaların adları sıklıkla görülüyor. Yine de bu durum, Yapı Kredi’nin neredeyse ilk günden itibaren Türkiye’nin kültürel üretimiyle kurduğu kapsamlı, programlı, sürdürülebilir-sürdürülmüş ilişkisini açıklamaya yetmiyor. Nasıl açıklamalıyız öyleyse?

Öncelikle Kazım Taşkent’e gitmek gerekir. “Tuhaf” bir insan Taşkent: Ruslar Enver Paşa’nın kardeşini kaçırdığında gönüllü olup kardeşi kurtaran, ödül olarak ne istediğini soran Enver Paşa’ya “Almanya’da okumak,” diyen, gideceği dönemde artık ortada Enver Paşalar kalmayınca, okul parası için Gürcistan-Türkiye arasında ticaret yapıp altın biriktiren, altınları gemide unutunca iki gün boyunca Karadeniz’de bir motorla geminin peşinden giden ve altınlarını geri alan, Almanya’da kimya mühendisliği okuyup üstün başarıyla mezun olan, Türkiye’de şeker endüstrisinin kurulmasını sağlayan, 45 yaşındayken büyük oğlu çığ altında kalıp ölen, iki yıl sonra oğlunun adıyla bir sigorta şirketi, dört yıl sonra Yapı Kredi’yi, altı yıl sonraysa Doğan Kardeş dergisini kuran, bankasında “Kültür ve Sanat Müşavirliği” bölümü oluşturan biri.

Kazım Taşkent, “yapılan her şey, Türkiye’nin daha çağdaş bir ülke haline gelmesine katkıda bulunmalı” ilkesinden hareket ediyordu. Yapı Kredi, ilk gününden itibaren bu tür toplumsal hizmetlerde bulundu. Türk çağdaş resminin, çağdaş müziğinin desteklenmesi için kapsamlı projeler yürüttü; 1950’li yıllarda halk oyunlarını da koruma altına aldı. Kazım Taşkent’in sözleriyle:

"Türk halk oyunları bayramı, unutulmaya, dağılmaya, hatta yok olmaya yüz tutan bu büyük milli sanat dalını yaşatma ve yayma vazifesini bankamıza ilham etmiştir. Bir yıl sonra da Türk Halk Oyunlarını Yaşatma ve Yayma Tesisi’ni kurmuştuk. Bu sayede memleketimizde halk oyunlarına karşı anlayış ve davranışta değişmeler oldu. Unutulan, yer yer küçümsenen, hatta ayıp ve günah sayılan halk oyunlarımız, artık memleketimizin her köşesinde sevilen, sayılan ve geniş çapta uygulanan milli bir kültür varlığı olarak yaşıyor."

Yapı Kredi’nin kültür sanat alanında geçmişinden gelen sağlam geleneği, 1990’ların başından itibaren yeniden canlandırıldı. Taşkent zamanında Vedat Nedim Tör’ün danışmanlığıyla dal-budak veren bu çalışmalar, yeni dönemde Burhan Karaçam – Enis Batur yönetiminde yeni bir ivme kazandı. Bu dönemde yapılanların daha öncekileri tamamlaması, kısa bir süre içinde bankanın bu faaliyetlerde Türkiye’nin en etkin kurumu olarak konumlanmasını sağladı. Kazım Taşkent Sanat Galerisi, genel müdür ya da vali eşlerinin değil, Türkiye'nin en önde gelen ressamlarının sergilerinin açılacağı, afiş ve kataloglarının basılacağı, reklamının yapılacağı, politika sahibi bir galeri haline geldi. Galatasaray’da bir depoda sular altında kalmış ve el altından satılan son derece değerli kitaplar kurtarıldı ve Sermet Çifter Kütüphanesi doğdu. Vedat Nedim Tör Müzesi, dünya çapındaki sikke koleksiyonunun yanı sıra, tombak, tespih, madalya, dokuma ve kumaş gibi koleksiyonlarıyla, bankanın kültür koruyuculuğu misyonunu sürdürdü. Yıllar içinde genişleyecek profesyonel bir ekip kurularak yayıncılığa el atıldı ve Yapı Kredi Yayınları hem yayımladığı kitaplarla, hem de telif haklarına, tanıtıma, baskı kalitesine, tasarıma, editörlük çalışmasına verdiği önemle Türkiye’de yayıncılığı çok daha ileri bir düzleme taşıdı. Önce bir gençlik festivali olarak başlayan, daha sonra “Kapılarını Kapatmayan Festival” olarak bütün bir yıla yayılan, danışmanlığını Aydın Gün’ün yaptığı Yapı Kredi Sanat Festivali, uzun yıllar önemli bir açığı kapadı, kültürel etkinliklere açlık çeken bir kuşak için doyurucu çalışmalar yaptı.

Bu dönemde Selahattin Giz’in fotoğrafları, 1950-60’ların lig maçlarının filmleri, İstanbul’un plajları, Boğaz, sayım günü, Boğaz Köprüsü’nün açılışı, İzmir, ören yerleri gibi konuları ele alan filmler, Yapı Kredi’nin oluşturduğu görsel arşivin birer parçası oldu. Zamanında Vedat Nedim Tör’ün önayak olduğu Türk sanat müziği ve Türk halk müziğinin derlenmesi ve arşivlenmesi çalışmaları güncellendi, Münir Nurettin Selçuk’un kayıtları bulunarak dijital ortama aktarıldı, Bekir Sıtkı Sezgin’le birlikte “Büyük Besteler Büyük Ustalar” dizisi ortaya çıkarıldı.

1996’da kurulan Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık AŞ, 2000’lerde Koç bünyesine katıldıktan sonra daha da geniş bir programa eklemlendi. Yapı Kredi’nin bankacılık yaklaşımı, insanlar daha talep etmeden ihtiyaçlarını karşılamak üzerine kuruluydu; kültür-sanat alanında da aynı yaklaşımı sergilemeyi görev bilen banka, bugün Türkiye’de başka hiçbir finans kurumunun yakınına bile gelemediği bir birikim yaratmış durumda. Bir örnek: René Block editörlüğünde ve Melih Fereli danışmanlığında hazırlanan “Güncel Sanat” kitap dizisi, bu alanın köşe taşlarından biri oldu bile.

Kazım Taşkent, yaptığı hiçbir işe “bu kadarı yeter” bakışıyla bakmamış bir insandı; Yapı Kredi de kültürü koruma, yani “bellek” oluşturma konusunda bir banka kasası gibi güvenli, kültürü büyütme yani “gelecek anıları” yaratma konusunda bir yatırım bankası gibi cesur bir kurum oldu. Kazım Taşkent, “Bürokratların, sadistlerin ve hırsızların egemen olup beraberce yönettikleri bir ülkeyi hiçbir rejim kurtaramaz,” demişti. Belki bu yüzden Yapı Kredi kültürü ve sanatı bu kadar önemsiyor; bu alanda yalnızca bellek olmayı değil, gelecek anılarını yaratmayı da bunca yıldır sürdürüyor.

Her zaman kişiler olur. Banka kurulduğunda da vardı, sonrasında da, bugün de. Ama yetmiş yılı aşkın kurum tarihinde, “asli faaliyet” olmayan ve düz anlamıyla maddi getiriden söz edilemeyecek bir alanda böyle bir sürekliliğin sağlanabilmesi, yalnızca kişisel hassasiyetlerle mümkün olamaz; “kültür”ün “kurum kültürü” tarafından özümsenmiş olmasını gerektirir. Galatasaray’daki Kültür Merkezi, bu yaklaşımın canlı simgesi olarak artık yeniden yaşamımızda.

6.7.17

istikrarsız denge



kısa bir saptama: türkiye 2002'ye kadar, iyi kötü istikrarlı bir denge sistemini sürdürdü (şekil 1). 2002 seçimleri, bu dengenin sürdürülebilir olmadığının tescillendiği noktaydı. bu nokta istikrarsız ve kısa ömürlü bir dengeye tanık olduktan sonra (şekil 2) top(lum) aşağı, yeni bir istikrarlı denge noktasına doğru kaymaya başladı, kaymayı da sürdürüyor.

burada iki beklenti kutbu var: islamcılar bir tür islam devleti noktasına aşeriyor, atatürkçülerse eski sert atatürkçü devlet noktasına.

benim öngörüm, ikisinin de olmayacağı yönünde. yeni istikrarlı denge noktası, ilkinden daha oynak olacak çünkü radikalleşmiş bu iki arzu kümesini birlikte, yan yana yaşatmaya çalışacak (şekil 3). ortadaki topun sağa sola hareket etmesi, "zıvanadan çıkması" daha kolay olacak, ufak bir ittirmeyle merkezden daha çok uzaklaşacak. eski denge sisteminde (şekil 1) top çok daha az oynayabiliyordu, oynatmak için çok daha fazla güç uygulamak gerekiyordu.

hayattan bir örnekle açıklayacak olursam: eskiden sokakta tekbir getirerek yürüyenlere daha az rastlanırdı, ama ramazanda elinde yiyecekle yürüyene de daha az rastlanırdı. ulaşacağımız yeni denge sisteminde, laik/ anti-laik talepler çok daha radikal olacak ve seslerini daha fazla duyuracak, daha görünür olacak.

böyle bir "denge"nin sürdürülebilir bir istikrar yaratması zor, bu şizofreninin bir yerde patlama olasılığı yüksek. patladığında da ilk patlamadan (şekil 2) daha dik bir yamaç bekliyor olacak bizi.

dolayısıyla herkesin iyice bir düşünmesi gerekiyor: patlatmadan, birlikte yaşayabilecek miyiz? bir tarafın diğer tarafa gücünü yettirebileceğini sanması, önümüzdeki en büyük gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet "fırsat"ı olacak.

27.6.17

uzay turizmi



 (hazır bayramken seyranken, nasa'nın uzaylılarla ilgili açıklamalar yapacağı söylentisi dolaşıyorken, ben de öpeyim dedim.)

bodrum'un, marmaris'in 1970'lerdeki halini hatırlayanlarınız vardır mutlaka. doğru dürüst yol yoktu, gitmesi dönmesi dertti, kalınacak yer de pek yoktu aslında, koyların çoğu boştu, gümüşlük'te iki tahta masa vardı. bu bayramda 500 bin aracın gittiği söyleniyor bodrum'a. dağ taş bina-site oldu, girilmedik koyu, yakılmadık ormanı kalmadı. 40 yıl. çekirgeler.

dünya'nın uzaydaki hali de biraz böyle. tabii uzay çok daha büyük, seçenekler çok daha fazla, dünya da daha kenarda köşede kalmış bir yer. bodrum'un kaderini paylaşır mı bilmem, ama bir gün gelmeye başlayacaklar.

uzaylıların varlığına inanmakla tanrı'nın varlığına inanmak arasında uzun boylu bir fark yok. ya da yoktu, ben çocukken, bodrum daha bodrum olmamışken. şimdi durum biraz daha farklı - o zamanlar güneş sistemi dışında gezegenlerin varlığı tahmin ediliyordu ama çok mudur, az mıdır, dünyaya benzer koşulları olanların oranı nedir bilinmiyordu. uzay araştırmalarının geldiği noktada, delirtici sayıda çok gezegenin olduğunu, bunların da ciddi bir oranının dünya benzeri özelliklere sahip olduğunu biliyoruz artık. yani salt istatistiksel açıdan, uzaylıların olması gerektiğini biliyoruz.

asıl devrim yaratacak gözlemler henüz yapılamıyor ama. "uygar uzaylı"yı doğrudan saptayamıyoruz. bunun temel nedeni, doğru göstergeyi henüz bulamamış olmamız. bugün spektrometre temelli (ışık-radyasyon gibi) bazı ikincil verilere bakabiliyoruz ancak. muhtemelen bakmamız gereken asıl şey, sonsuz enerji kullanımına işaret edecek bir şeyler. biz küçük gezegenimizde fosil yakıtlarının sınırlılığını güneş enerjisiyle filan kırmaya çalışaduralım, uzaydaki enerji temelde sınırsız. bu sınırsız enerjiyle yapılabilecekler de temelde sınırsız - enerjiyi toplama, aktarma ve yoğunlaştırma kısmı çözüldüğünde. bizim uygarlığımız da bir sonraki evresine, sonsuz enerjiyi kullanmayı öğrendiğinde geçecek. uzaylılar arasında da bakteri düzeyinde varlığını sürdürenler olduğu gibi, uzayın sonsuz enerjisini kullananlar olmalı; bu enerji kullanımının da bir yan ürünü, bir göstergesi olmalı; uzayın dokusunda ya da yerçekimi dalgalarında yaratılan bir değişiklik gibi bir şey. bunun ne olduğunu yakında anlayacağımızı sanıyorum; sonsuz enerjinin kendisini kullanmaya başlamadan çok önce, kullanıldığında ortaya çıkan değişikliklerin ne olduğunu anlayacağız. işte bunu gözlemlemeye çalıştığımızda göreceğiz "uygar uzaylılar"ın izini.

uygarlığın bir sonraki evresi, canlı varlıkları ve ekosistemleri birer robot gibi kullanabildiğimiz, bedensel varlığın sınırlarından kurtulup zihinsel varlığın görece ebediliğine geçtiğimiz ve bunu elbette sonsuz enerjinin getirdiği faydalarla perçinlediğimiz evre olacak belki de. bu evrenin işaretlerinin neler olabileceği hakkında hiçbir fikrimiz yok; dolayısıyla bu evreyi yaşayan uzaylıların nerede ve nasıl varolduklarını bilme olanağına sahip değiliz. ama bu, varolmadıkları anlamına gelmiyor.

biz bu evrelere geçtikçe, uzayın enginliğinde kendi sinyalimizi üretmeye de başlamış olacağız; biz nasıl sonsuz enerji göstergesini kullanarak uzaylıları saptıyorsak, onlar da bizi saptayacak. 300-500 yılda bir birileri gelmeye başlayacak, "güzel yer, bakir, salaş bir meyhanesi var" diyecekler, birbirlerine anlatacaklar.

sonra bir de bakacağız uzaydan buraya yol olmuş, universalbooking.com'a üye olmuşuz, rezervasyon alıyoruz. çekirgeler.

12.6.17

Tepedeki Okul - Robert Kolej'in Üç Yüzyılı




Beş yıllık bir emeğin ürünü olan Tepedeki Okul – Robert Kolej’in Üç Yüzyılı, Robert Kolej’in üç yüzyıla yayılmış tarihini daha önce yayımlanmamış belgelere ve ilk kez gün ışığına çıkan fotoğraflara dayanarak anlatan bir kitap. Tepedeki Okul için Robert Kolej’in kurumsal arşivinin yanı sıra Osmanlı Devleti, Türkiye Cumhuriyeti, Bulgaristan ve ABD arşivlerinden ve bireysel koleksiyonlardan yararlanıldı, okulun ilk müdürlerinin varislerine ulaşılarak 150 yıl öncesinin belgeleri ortaya çıkarıldı.

Tepedeki Okul yalnızca bir okul tarihi değil, aynı zamanda bir Türkiye tarihi. Türkiye'nin Amerika'yla ve Avrupa'yla ilişkileri konusunda, Türk siyasetinin şekillenmesi konusunda ancak tahmin yürütülen konularda somut belgelerle oldukça ilginç açılımlar getiriyor.

Siyaset tarihçileri, eğitim tarihçileri gibi uzmanların dışında tarihe meraklı genel okur kitlesinin de ilgileneceği bir içeriğe sahip. Tepedeki Okul, Robert Kolej’in tarihe tanıklık etmenin yanında bizzat tarihin yapılmasına nasıl katkıda bulunduğunu araştırırken, 19., 20. ve 21. yüzyıllarda Türkiye’nin en iyi okullarının başında gelmesinin nedenlerini de gözler önüne seriyor. 720 sayfalık büyük boy basılmış kitap aynı zamanda görsel bir şölen niteliğinde – 1840’lardan bugüne seçilmiş 1000'i aşkın fotoğraf, resim ve belge, benzersiz bir albüm sunuyor.

***
(Kitabın önsözünden)

Bir Robert Kolej (RC) ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu olarak, okulun üç yüzyıla yayılmış 150 yıllık tarihini yazma görevini üstlenirken çok düşündüm. RC, önemli mezunlar yetiştirmiş iyi bir okuldu elbette, ama onun ötesinde, böyle bir kitabı hazırlayıp yalnızca RC mezunlarının değil, genel okuyucu kitlesinin dikkatine sunmanın geçerli gerekçesi ne olabilirdi?


Öğrenciler, mezunlar, yöneticiler ve öğretmenlerle yaptığım bire bir görüşmeler sırasında öncelikle şunu fark ettim: Tıpkı benim gibi, yolu okuldan geçmiş olan insanların çoğu da RC’nin önemini, dönüp dolaşıp “iyi okul” olarak özetlenebilecek bir çerçevede tanımlıyordu: İyi İngilizce öğretmek, düşünmeyi öğretmek, kendine güvenmeyi öğretmek, çalışmayı öğretmek, ufkunu açmak vs. Bunlar önemli olmasına çok önemliydi kuşkusuz, her okul bu niteliklere sahip olmak ister, sahipse de bunlarla övünürdü, ama ben yine de bunun ötesinde bir şey olup olmadığını merak ediyordum. Bir yıl süren kapsamlı araştırma çalışmalarım, aradığım perspektifi sunacaktı: “RC, Rumeli Hisarı’nın yapıldığı taşlarla inşa edilmiştir,” ifadesiyle özetleyebileceğim bu perspektifi biraz açmak istiyorum.



RC’nin okul kurma izni aldığı arazi, Rumeli Hisarı’nın hemen yanında yer alıyordu ve hisarın yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı yerdi; bu taşlar, RC’nin yapıtaşının bizzat “tarih” oluşunu simgeliyordu. RC, hem 150 yıl boyunca ülke ve dünya tarihi tarafından şekillenmiş, hem de bu tarihin şekillenmesine katkıda bulunmuştu. Abdülhamid’in 1876-1909 arasındaki hükümdarlığı sırasında Türk-Amerikan ilişkilerinin kurulmasında ve gelişmesinde başrolü oynamış, Bulgaristan’ın kurucularını yetiştirmiş, Balkan Savaşları sırasında bölgenin her yerinden gelen öğrencilerin barış içinde birlikte yaşamasını sağlamış, Birinci Dünya Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşı’nda, Lozan’da, Cumhuriyet’in kuruluşunda, kadın haklarının kurumsallaşmasında, Birleşmiş Milletler’in ve NATO’nun hem kuruluşunda, hem de Türkiye’nin bu yapılar içinde yer almasında etkin olmuştu.



Bu örnekleri ayrıntılandırarak çoğaltmak mümkün elbette, ama kitabın anlatacaklarını bir önsöz sınırları içinde anlatmaya kalkmayacağım. Bir adım geri çekilip, daha genel bir saptama yapmak istiyorum: Hegelci-Marksçı bir ifadeyle, tarihin temelinde çelişkiler olduğu gibi, RC’nin tarihsel rolünün temelinde de aslında çelişkiler var. RC’nin kurucularının –C.R. Robert, Cyrus Hamlin, George Washburn, C.F. Gates ve Mary Mills Patrick– misyoner geçmişleriyle okulun eğitim programı arasındaki çelişki örneğin. RC elbette Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan çocuklar için kuruldu ve okulun Osmanlı döneminde verdiği eğitimde din, hep önemli bir rol oynadı, özellikle de öğrencilerin kişiliklerinin oluşmasında dinin önemli bir yeri olduğu düşünüldü, ama 1863’te RC’nin, Osmanlı’da benzeri olmayan bir eğitim vermeye başladığını da görmek gerek. Bu eğitimde doğa bilimleri, matematik, felsefe, mantık büyük yer tutuyordu; öğretim dili İngilizceydi, Latince ve eski Yunanca dersleri vardı ve yerel diller –önce Ermenice, daha sonra sırayla Rumca, Bulgarca, Türkçe– öğretiliyordu. Zaman geçtikçe ve ülkenin nitelikli işgücüne ihtiyacı belirginleştikçe, RC’de mühendislik fakültesi açıldı; Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni rejim, tarım politikalarına ağırlık verdiğinde, RC’de de tarım dersleri verilmeye başlandı ve modern tarım teknikleri öğretildi; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye, dünya ekonomisine yavaş yavaş entegre olmaya başlayınca işletme ve ekonomi programları hazırlandı, bunun için örneğin Columbia Üniversitesi’yle işbirliğine gidildi; yabancı dil, özellikle de İngilizce, iş dünyasında yadsınamaz bir önem kazanınca RC yalnızca kendi İngilizce programını geliştirmekle ve genişletmekle yetinmedi, ülkenin önde gelen üniversitelerinin bazılarındaki İngilizce programlarına yapısal destek verdi, bu üniversitelerin İngilizce ders kitaplarını yazdı.


RC’nin, Osmanlı’da ve sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde Amerikan nüfuzunun yerleşiklik kazanmasına hizmet ettiği hep söylenegeldi. Oysa burada da bir çelişki vardı, çünkü okul, Türk nüfuzunun ABD’de yerleşiklik kazanmasına da hizmet ediyordu. RC kurulduğunda, Osmanlı Devleti’yle ABD arasındaki ilişkiler hem son derece düşük bir düzeydeydi, hem de iki ülke, birbirini neredeyse hiç tanımıyordu. Bu nedenle, İstanbul’da onyıllarca yaşamış olan Hamlin, Washburn ve Gates gibi RC başkanları, hem aktif görevdeyken, hem de emekli olduktan sonra Osmanlı Devleti’ni ve Türkiye’yi ABD’ye anlatan, açıklayan güvenilir uzmanlar oldu. Birinci Dünya Savaşı döneminde ABD, Türkiye’nin müttefikleriyle savaşa tutuştuğunda teknik olarak Türkiye’yle de savaşa girmiş oldu, ama iki ülke hiçbir zaman birbirine savaş ilan etmedi. Bunun ardında RC yöneticilerinin ciddi emeği olduğunu tarihsel belgelerden görebiliyoruz. Aynı şekilde Lozan Antlaşması’nın müzakere edildiği dönemde, gözlemci olarak katılan ABD heyetinin danışmanı, o dönemki RC başkanı Gates’ti; İsmet Paşa'nın mütercimi de, RC'nin Türk müdür yardımcısı Hüseyin (Pektaş) Bey'di. Cumhuriyet’ten sonra da RC, İnönü hükümetlerinden başlayarak hep iki ülke yönetimi arasında bir köprü oldu.



RC, 1923’ten sonra zor bir hedef koydu kendine: Bir yandan liberal Amerikan eğitimini sürdürecek, bir yandan da ulus inşası sürecinden geçen ve herkese aynı eğitimi vermeye çalışan Türkiye’nin Milli Eğitim’ine uyacaktı, yani birbiriyle çelişen iki yaklaşımı kendi bünyesinde uzlaştıracaktı. Bugün dönüp baktığımızda, RC’nin bunu önemli ölçüde başarmış olduğunu, iki sistemin iyi yönlerini öne çıkarma konusundaki çabalarının sonucunu aldığını söyleyebiliriz. Bugün özel okulların büyük bir kısmı için RC’nin, üniversiteler için de Boğaziçi'nin bir ölçüt olduğu göz önünde bulundurulursa, bu başarının boyutu daha iyi anlaşılabilir.


RC’nin toplumsal algıdaki yeri de uzun süre çelişkili olmayı sürdürdü. Kurucularının kimliği, okulun özellikle Cumhuriyet öncesi dönemindeki öğrenci profili ve “Amerikan okulu” olarak algılanması da Türkiye’nin orta sınıfında farklı kuşkular uyandırdı. Öte yandan anne-babalar, “yeni dünya düzeni”nde çocuklarının önde başlamasını ve daha hızlı ilerlemesini istiyor, RC’nin de bu açıdan ciddi bir avantaj sağladığını görüyordu. Bu çelişki, 1980’lerle birlikte Türkiye’nin kararlı bir biçimde dışa açılmasıyla kendiliğinden çözüldü.


Bunları söyledikten sonra, bir okulun yapıtaşının “tarih” olmasını sağlayan koşulları da ele almak gerek – aynı tarihsel dönemde faaliyet gösteren pek çok okul için böyle bir yapıtaşı söz konusu olmadığına göre. Bence buradaki en önemli etmen, okulun kuruluşundan itibaren büyük bir gururla vurguladığı ve 1950’lere kadar azalarak da olsa sürdürdüğü çokkültürlü, çokuluslu öğrenci yapısı. Bu yapının ürettiği çok özel bir sinerji var – yalnızca barış ve hoşgörü anlamında değil, erken yaşta farklılıklarla karşılaşmayı ve her meselenin birden çok yönünün olduğunu öğrenmeyi sağlaması anlamında da. Kendi coğrafyasının öncü eğitim kurumu olan RC, onyıllar boyunca Balkan ülkelerinin, Ortadoğu’nun, Kuzey Afrika’nın seçkin kadrolarını yetiştirdi ve bu ülkelerin gelişiminde önemli bir rol oynadı. Bu, pek az kuruma nasip olacak bir şeref. RC'nin geçmişini bu perspektiften değerlendirdiğimde, kitabı yazmaya başlarken sorduğum sorunun yanıtını da bulmuş olduğumu düşünüyorum.



7.6.17

gina, moda'daydı



2004 yılında, göztepe'de bir apartmanın bahçe katı dairesinin arka balkonuna, bir karton kutunun içine annesi tarafından konmuştu gina ve kardeşleri. diğerleri gitti, gina kaldı; hastalıkları cesurca atlattığı bir bebeklik döneminin sonunda bizimle birlikte moda'ya taşındı. hep çok güzeldi, hep havalıydı, ismiyle müsemmaydı - hafta sonları balkonda oturduğumuzda, moda'ya gezmeye, çay içmeye gelenlerin gina'yla fotoğraf çektirmesini eğlenerek ve gizli bir gururla izlerdik. sokağın bütün evleri gina'nın eviydi; geceyi dışarıda geçirdiği çok olurdu, ses etmezdik, ama bir gün (yine balkonda otururken) bir kız çocuğunun annesine gina'yı göstererek "anne bak bizim tarçın!" dediğini duyduğumuzda biraz içimiz burkulmadı değil, ne yalan söyleyeyim.

gina'nın dokuz yavrusu oldu; sekizini dağıttık, biri bizimle kaldı, adı şimşir oldu. anne kız hiçbir zaman geçinemedi; gina şimşir'e hep tısladı, şimşir de punduna getirdiğinde gina'ya pati salladı. onları hep ayrı ayrı sevmek zorunda kaldık, birini sevdiğimizi diğerinden saklayarak. ev içi dengeler.

bir süredir hastaydı gina. bir sabah, yaklaşık bir hafta önce, çıkıp gitti. bir önceki akşam başını okşadığımda sırtını dönmesinden anlamalıydım belki - zamanı gelmiş bir fil gibi, gizlice ölmeye gidecekti.

kediler de yıldız tozundan mamuldür elbette; gina hepten öyleydi.

28.5.17

İltizam Sistemi - 21. Yüzyıl



Osmanlı Devleti yüzyıllar boyunca vergi toplama konusunda verimli bir sistem kuramadığı için bir tür "yap-işlet-devret" yöntemi kullanıyordu; vergiye tabi olması gereken işletmeler, araziler vs (mukataa ve tımarlar), açık artırmayla belirlenen peşin bir tutar karşılığında mültezimlere (genellikle 3 yıllığına) devrediliyor, onlar da bu süre boyunca buraların vergilerini kendileri topluyor, bu şekilde gelir elde ediyordu. Buna "iltizam" adı veriliyordu.

Günümüzde dünya genelinde "meritokratik kleptokrasi"nin, yani en becerikli hırsızın seçimle ülke yönetimine gelmesi sisteminin yerleşiklik kazanma sürecinde, iltizam sisteminin güncellenerek devreye girmeye başlamasına da tanık oluyoruz. Çağdaş iltizamda devletin tüm gelirleri ve iş anlaşması yapma/ihale düzenleme yetkisi, seçimle gelen bir gruba 4-5 yıllık süreler için devrediliyor; karşılığında seçmen gruplarına bir kısmı maddi, bir kısmı manevi getiriler vaat ediliyor. Yapılacak ihalelerin yandaşlara verilmesi, devlet kadrolarının yandaşlara açılması, yandaş şirketlere yasa/kararname/yönetmelik yoluyla haksız avantajlar sağlanması gibi yollar, maddi karşılığın aldığı biçimlerden bazıları. İdeolojik/söylemsel düzlemde ve kültür/günlük yaşam alanında verilen mükafatlar da manevi karşılıkların örneklerinden.

Bu açıdan bakıldığında, iltizam sisteminde önemli ilerlemeler kaydedilmiş olduğu söylenebilir. 21. yüzyıl iltizam sisteminde, mukataa ve tımarlar çok daha çeşitlenmiş, karmaşıklaşmış, buna karşılık bölgesel ya da sektörel devirler yerine merkezi sistemin yönetiminin bir bütün olarak devredilmesi yolu benimsenmiştir. Aynı şekilde devralınan yönetim hakkının karşılığı da çok daha karmaşık bir şekilde ödenir olmuş, peşin ödemenin yerini yönetim süresi boyunca verilecek karşılıkların vaadi almış, bu karşılıklar da yalnızca maddi olmaktan çıkarılmıştır.

21. yüzyıl iltizam sistemindeki en önemli kaymaysa, mülkün sahibinin devlet olmaktan çıkıp halk haline gelmiş olmasıdır. İltizam sistemini yöneten, mülkün soyut sahibi halktır; devlet, bu sistemde bizzat mültezimdir; Osmanlı'da mültezimleri saptamada kullanılan açık artırma yönteminin yerini de genel seçimler almıştır. Batı'da Berlusconi, Putin ve Trump gibi mültezimler (ve elbette başkaları da) bu sisteme daha geniş çaplı bir yerleşiklik kazandırırken, sistemin kendisini de daha hassas ve incelikli bir makine haline getirmektedir. 21. yüzyılda iltizam sisteminin küresel kabul görmesi beklenebilir.

7.5.17

Time as Construct



course outline:

I. Science and Technology
measurement of time – calendars, clocks, atoms
theories of time – from Aristoteles to Einstein
time of the universe – from the Big Bang to the Big Crunch
time of the earth – geology and evolution
time and its paradoxes
time in medicine: a time to heal, a time to die

II. Time and Society
creation of time
concept of time in ancient peoples – myths and gods
anthropological time: India, Australia, China, Egypt
when the pace quickens – revolutions and time
time in the Ottoman Empire
the problematization of time in the Turkish Republic
time and economics

III. Time and Philosophy
Nietzsche
Husserl
Heidegger
Derrida and postmodern time
feminist critiques of time
historiography: time as narrative

IV. Time in literature & the arts: deconstruction, reconstruction
narrative time: Robbe-Grillet, Cortazar, Nabokov, Borges
painting: personified time and the art of portrait
cinema: representational time
music: I Got Rhythm

V. Remembrance of Things Past
memory
 psychoanalysis – from Freud to Kristeva

VI. And Now, Ladies and Gentlemen
the ontology of the present
the postmodern tense

VII. Future tense
predictions & prophecies
futurology

VIII. The End of Time
apocalypses
ideologies – from Marx to Fukayama

5.5.17

gerçeğin öte yanında

Üçüncü Şahıstan Parantez Tanımı
Sabaha daha ne kadar olduğunu bilmiyordu, ama ter içinde, karanlıkla ve yanında yatan kadının kısık horlamasıyla çevriliydi, uyanmıştı, bunu biliyordu işte. Yatakta hafifçe doğruldu, karısı ellerini yastığın altına sıkıştırmış, tasasızca uyuyordu. Karanlıkta elbise dolabını ve tuvalet masasını yavaş yavaş seçmeye başlayınca gülümsedi, karabasandan dünyaya döndüğünün belirtisiydi bu. Aklına yapacak birşey gelmiyordu, zaten oldukça yorgundu. Birkaç saat önce karısına -– ve kendine – hala genç olduğunu kanıtlamaya çalışmıştı sevişirken. Uzun uğraşının bitiminde, karısının alnına kondurduğu öpücükle, kendinden hoşnut, uyuyuvermişti. Şimdiyse o kadar emin ve güvenli değildi; iyice yuvarlanmaya başlayan göbeğine ve karnındaki kıllara baktı bir süre. Sonra pijamasının üstünü giydi, gece serin olabilir diye düşünüyordu, aslında ayıbını örtme güdüsüydü içindeki; belli belirsiz farkındaydı bunun. Karısı çıplak, yüzükoyun yatıyordu, ama o zaten üşümez, diye geçirdi içinden. Evet, yapacak birşey yoktu, uykuya dönmekten başka)

Sınırlı Sorumlu, Sorunlu Koca
Saat yedi buçuk, yeniden uyandım işte. Kahretsin. Nermin çoktan kalkmış olmalı, mutfaktan gürültüsü geliyor. Bugün uzun uzun uyuyacaktım aslında, işi kırdım, ama Nermin’in yatmaya niyeti yok galiba. O yataktayken de yatılmaz şimdi, kalkıp traş olayım bari... Şu aynayı da değiştirmeli. Arkasındaki sır aşınmış herhalde, traşlı olsam da olmasam da suratımda siyah lekeler görüyorum. Burnumun, gözlerimin üstünde filan.

Beelzebub
Bir karabasan bana iyice dadandı, her hafta bir-iki kez aynı saçma düşü görüyorum. Böylesine yinelenmesi beni endişelendiriyor, üstelik geceyarıları ter içinde uyanmak, sonra da kırk saat uyuyamamak hiç hoş değil, adamın gününün içine ediyor. Düşümde bir sabah uyanıyorum ve iki polis eşliğindeki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ni karşımda buluyorum. Hemen kalkıp giyinmemi istiyor emredercesine. Bir anlam veremiyorum ama dediğini yapmaya zorunlu hissediyorum kendimi. Bana önceki gece dünyadaki tüm edebiyat yapıtlarının, roman, şiir, öykü, oyun, deneme, masal, ne varsa hepsinin yok olduğunu, bunları yeniden yazmakla da benim görevlendirildiğimi söylüyor. Çok korkuyorum, “bunu yapamam ben,” diyorum, “belleğim çok zayıftır, onca kitabı nasıl anımsarım, yapamam, başkasını bulun,” diye bağırıyorum. Genel Sekreter, acımasız ve trajik bir bakışla bana bir liste veriyor; hangi eserlerle başlayacağımın yazılı olduğu bir kağıt parçası. “İyi günler” dedikten sonra çıkıyor, ama polisler gitmiyor. Salonun penceresi kırılmış, içeri rüzgâr doluyor; masanın üstünde duran, kimisi rüzgârla uçuşan tomar tomar kâğıdı görüyorum. Son umudum onlarda, belki yazacağım kitaplar hakkında notlar, ipuçları vardır diyorum ama hepsi beyaz ve bomboş. Hastir ulan püsküllüsünü yedin şimdi... Büyük bir umutsuzlukla masaya oturuyorum. Listenin başında Beckett’in “Godot’yu Beklerken”i var, seviniyorum oyunu bildiğim için, ama Fransızca mı, İngilizce mi yoksa Türkçe mi yazmam gerektiğini bilmiyorum. Sorduğumda polisler boş boş bakıyorlar. Ağlamaklı bir şekilde Estragon’un mu yoksa Vladimir’in mi ilkin konuşmaya başladığını anımsamaya çalışıyorum ama beceremiyorum. Polisler anlamasın diye sanki anımsamış gibi yapıyorum. Kaleme sarılıp Vladimir’e:
“Yapılacak birşey yok,” dedirtiyorum. Gerisi gelmiyor. Panik içinde listedeki ikinci esere bakıyorum: “Charles Bukowski’nin Tüm Şiirleri”. Daha önce hiç duymadım adını. Anlatılmaz bir korkuyla, ölümü karşılarcasına başımı kaldırıyorum, polisler ortada yok. Tam rahat bir nefes alacakken kırık pencereden, Genel Sekreter’in gözlerine sahip dev bir karasinek üzerime uçuyor. Tüylü, iğrenç ön bacaklarını ağzıma sokmaya çalışırken uyanıyorum.

Bukowski
giremezsin
ip kesilinceye ya da düğümleninceye dek,
ya da ben yeni aynalara
traş oluncaya kadar, yara
kapanıncaya ya da açılıncaya kadar
sonsuza dek.

Hızlı Yaşayıp Genç Ölen...
– Tayfun, hadi çabuk ol, çayını koydum, soğumasın.
– Tamam, geliyorum.
Yok, kahvaltıların da eski büyüsü kalmadı... Nermin’le gene bir kahvaltı masasında tanışmıştık bundan, dur bakayım, evet, yaklaşık on yıl önce. Almanya’daydık, Heidelberg’de. O sabah kaldığım otelde kahvaltı etmek istememişti canım. Biraz yürüyüp yakındaki bir meydana varmıştım. Meydanın çevresinde ufak kaldırım kahveleri vardı. Daha ortalara doğru üç genç “For Emily, Whenever I May Find Her”ü çalıyorlardı. Hay allah, ne çok severdim o şarkıyı, hala bana o günleri çağrıştırır. Neyse, birşeyler yemek için kahvelerden birine oturmuştum, bir yandan kahvemi içiyor, bir yandan da elimdeki gazeteyi okuyordum. Gazete Türkçeydi, bir Türkçe dergi de masanın üzerinde duruyordu. “Afedersiniz, okumuyorsanız derginize bakabilir miyim?” Yan tarafta oturan iki genç kadından kumral, uzun boylu olanı söylemişti bunu. Bu sakin başlangıçtan sonra da fotoroman hızıyla gelişmişti herşey. Evlilik ve ardından dokuz yıl. Ne fotoromanmış bu böyle ya, oku oku “MUTLU SON”u gelmiyor meredin. Şimdi bana kızarmış ekmek uzatan Nermin işte o Nermin. Biraz inanmaz bir ses tonuyla söyledim galiba bunu, ama çok değişti, ikimiz de değiştik. Kim aynı kalıyor ki.
– Nermin, yapacak bir işin var mı bugün?
– Pek sayılmaz. Şule’ye uğramayı düşünüyorum, ne zamandır aklımdaydı zaten. Doğumundan sonra hiç aramadım kızcağızı.
– Vah yavrum, kaç yaşında bu “kızcağız”?
– Otuz, ama bilirsin öyle bir havası vardır Şule’nin, tutmasan düşecekmiş gibi... Eee, sen ne yapıyorsun işten çıktıktan sonra? Ama bugün işe gitmiyordun sen sahi, söylesene neler düşündün bugün için? Gökhanlarla filan buluşsanıza.
Nasıl da numara yapıyor, unutmuş havalarında bugün işe gitmeyeceğimi. Tümüyle aklından çıkmış da sabahın köründe alışkanlıkla uyandırmış ayakları. Yazık aslında, gerek var mıydı bunlara? Güya başbaşa bir gün geçirecektim sevgili karımla, eski plakları dinleyip bilmem kaç liraya aldığım beyaz şarabı içecektik. Bütün gün beraber olmak, bazı şeyleri yeniden yaşatmak istiyordum. Canı cehenneme.
– Aslında evde oturup seninle olmayı düşünüyordum ama...
– Ben de isterdim Tayfun ama Şule’ye çok ayıp oldu, mutlaka gitmem gerek. Ondan önce de berbere uğrayacağım, saçlarım yine pırasaya döndü. Küçük bir hediye de almalı. Bana biraz para verir misin?
Karım benden para istiyor. Kalkıp ceketimin cebinden cüzdanımı çıkarıyorum, bir süre ne kadar vermem gerektiğini düşünüyorum, sonra iki on binlik çıkarıp masanın üstüne koyuyorum. Göz göze geliyoruz, öyle bakmasaydı da zaten daha fazla vereceğimi belirten yüz ifademle bir onluk daha çıkarıyorum. Karım bana teşekkür ediyor.
Karım sofrayı topluyor, fincanları kaldırıyor. Çayımı daha bitirmedim ama karım fark etmiyor. Çığlıklarıma aldırmaksızın fincanı lavaboya boşaltıyor.

Bu İşin Şakası Yok
Telefon iki-üç kere çaldı. Herhalde işten arıyorlardı, o yüzden Nermin’e işaret ettim açması için.
– Buyrun ben Nermin... Öyle mi?.. Evet... Bir saniye, çağırıyorum. Tayfun bir arkadaşın seni istiyor, kim olduğunu söylemedi.
Meraklandım biraz; belki Fatih’tir, bayılır böyle sululuklar yapmaya, kimbilir ne soğuk espriler doludur kafasında yine. “Alo ben Tayfun.” Alıcıdan gelen ses Fatih’in değildi, uzun zamandır unutmuş olduğum çok eski bir tanıdıktı karşımdaki. Tarih karşısındaki sorumluluğum gereği kendi sözlerimi aktarıyorum. Tanışımın sözleri ise benim sorumluluğuma girmez sanırım.
– ...
– Evet, tabii tanıdım sesini. Ne zamandır senden haber alamamıştım, beni unuttuğunu düşünmeye başlamıştım.
– ...
– Doğru, kimseyi unutmazsın, bilirim. İşlerin yoğundu herhalde, buralarda değildin, yanılıyor muyum? Söylesene kaç yıl geçti?
– ...
– Dokuz yıl oldu mu? Vay canına... Tamam şimdi toparladım, o pis trafik kazasında karşılaşmıştık en son, değil mi?
– ...
– Olaydan sonra seninle gelmemi istemiştin.
– ...
– Evet biliyorum ama kazadan hemen sonra olmazdı, biliyorsun Nermin...
– ...
– Tabii, tabii ama fazla büyük bir projeydi seninkisi, daha hazır değildim. Yaşamaktan vazgeçmek o kadar kolay değil.
– ...
– Baksana, dur bir dakika dur... Şimdi de hazır olduğumu sanmıyorum, tamam mı? Yıllar sonra herşeyi unutmuşken pat diye aynı öneriyle karşıma çıkmanı beklemiyordum doğrusu. Sana evet demem olanaksız, nasıl kabul edebilirim böyle bir şeyi? Daha yapmak istediğim pek çok şey var. Her şeyi bir kalemde silip senin peşine takılamam. Yaşamak istiyorum, anladın mı?
– ...
– Unut artık...
– ...
– Bu konuyu kapatsak olmaz mı?
– ...
– Pekala, mutlaka gerekiyorsa buluşalım. Ancak bilmiş ol ki yanıtım kesin.
– ...
– 19.15’te Etap Marmara’nın önünde. Peki, olur.

Umuda Son Hamle, Bir-İki
– Hortlak görmüş gibisin Tayfun. Kimdi arayan?
– Çok eskiden tanışmıştım. Bir dost.
– Ne istiyormuş?
– Ne zamandır görüşmüyorduk, buluşalım diyor... Nermin, Şule’ye bugün gitmen şart mı? Yarın gitsen, yapacak iyi birşeyler bulurduk; hem sana...
– Amaan Tayfun, çocukluk ediyorsun. Hadi ben çıkıyorum, akşama görüşürüz. Haa, aklıma gelmişken, evde oturacaksan bir ara çıkıp manavdan domatesle meyve alsana, hiç meyvemiz kalmamış. Hadi bay bay.
Karım gülümsüyor ve kapıyı kapıyor.
Pencerenin tahtasına konan sineği terliğimle öldürmeye çalışıyorum. Sinek kaçıyor.

Tuz-Biber-Melodram
“Çok ayıp oluyor kızcağıza, doğumundan beri gidemedim.” Bizim çocuğumuz olmadı hiç, Nermin istemedi, ilk başta ben de istemiyordum, yeni evlenmişiz, hayatımızı yaşayalım diye. Çocuk ayakbağı olurmuş gibi geliyordu bana; viyaklaması, ağlayıp durması da tepemi attırırdı. Vs, vs. Evliliğimizi düşünüyorum da, bugün burada olacağımı bilseydim, girişir miydim bu işe? Böylesine bir bağ olmadan yaşam daha renkli ve ilginç olabilir miydi? Ya da başka biriyle, Nermin değil de bir başkasıyla? Bilemiyorum, anlamsız sorular bunlar. Neyin yanlış gittiğini de tam kestiremiyorum, şudur diye basamıyorum parmağımı. Sevgimizin hepten öldüğünü sanmıyorum, belki sıkıldık birbirimizden, takmıyoruz pek fazla. Belki bir çocuk bazı şeyleri değiştirebilirdi, en azından sorunları bir kenara itip odak noktasına o yerleşirdi. Bir yazar “yaşamda iki konuda başarılı olmak gerekir”, demiş, “kitap yazmak ve çocuk yapmak”. Herşeyi, tüm beklentileri ufacık bir çocuğa yıkmak da gülünç. Şey derdi dedem eskiden: “Her işte bir hayır vardır evladım”. Öleli altı yıl oluyor.

64. Karede Oyun Sürüyor
Bir sabah ciddi işadamı giysilerim ve Bonda çantamla işe gidiyorum. Üstünde yürüdüğüm kaldırım renkli, büyükçe taşlardan yapılmış, iki sarı bir kırmızı, iki sarı bir kırmızı. Oyunun kuralı, kırmızı taşlara basmamak, sanırım siz de biliyorsunuz. Bu oyunu iyi oynarım. İş yerime elli metre kalaya dek iyi gidiyor herşey, o sırada arkamdan gelen bir korna sesiyle irkiliyorum, dönüp bakıyorum, bir otobüs kaldırımı yalayarak geçiyor. Adımlarım karışıyor. Kollarımla dengemi sağlamaya çalışıyorum ama tüm beceriksizliğimle bir kırmızı taşa basıyorum.
Çok uzaklarda, belki başka bir kralın yaşadığı başka bir ülkede, bir kuş şarkı söylerken düşmeye başlar. Düşerken de ötmeyi sürdürür. Kuş yere çakılır.

Usta Ne Der Bu Hususta
“All the world’s a stage.” – Shakespeare

Yani bütün dünya bir sahnedir. Dev bir kumpanyanın oyununu oynuyorsak, gerçek ne? Gerçek?
– Aslına bakarsanız gerçek diye birşey yoktur.
– !

Absurd Düzlemde Manav Söyleşileri
Kafamdaki soruya gönderme yaparak yanıt veren, Şen Manav’dı. Ben elmalara bakıyordum, sesli düşündüğümü de sanmıyorum hiç. Şen Manav, elindeki elmayı dikkatle süzüp kolunu ileri uzatıyor, elmayı bir de bu uzaklıktan inceliyor ve parlatmaya başlıyor.
– Düşünsenize, elmanın kilosunun üç yüz lira olduğu bile gerçek değil ki. Geçen hafta iki yüz elliydi, haftaya belki üç yüz elli olur, belki iki yüz. Belki de olmaz. Hem evet hem hayır. Zaten şu anda da kilosunun üç yüz lira olduğuna inanmayın. Herkese kilosu 280 liradan satıp yalnız size 300 diyor olabilirim. Siz istediğiniz kadar elma üç yüz lira deyin, tüm diğer müşterilerimi tanık olarak karşınızda bulacaksınız. O zaman hangi gerçekten söz edeceksiniz bakalım? Yalnız fiyatları değil, ağırlıkları da dilediğimce değiştiriyor olabilirim –olmayabilirim de– tartı benim, kilolar benim. Gördüğünüz gibi bu dükkanda gerçeği ben belirlerim. Eğer dilediğimce değiştirebiliyorsam, gerçeklikten şüphe etmez misiniz? Etmelisiniz!
Saçmalıyorum tabii, keçileri boş bırakmamak gerek; bir manav böyle konuşmaz. Güzel. Olsa olsa, benim elmalara baktığımı görünce “abi kaç kilo vereyim?” diye sorar. Gerçekte böyle olur, deneyimlerle sabit. Bu mantığa göre bu gerçek dünya değil, ya dalıp gittim ya da bir düşteyim şu anda; uyanabilmek için ufak bir çaba yeterli olmalı. Elbette. Zaten evden çıktığımı da hiç anımsamıyorum. Yalnız kendime acı veren fiziksel uyarımlar uygulamam bu durumda işe yaramıyor, biraz önce gizlice çimdikledim kendimi. Çocukken gördüğüm bir düşte sakallı bir adam beni anaokulundan sırtlayıp kaçırıyordu. Adamın sırtındayken “merak etme, bu yalnızca bir düş, nasıl olsa uyanacaksın” diye kendi kendimi yatıştırdığımı anımsıyorum. Kendimi çimdikleyerek uyanmıyorsam –koca adam, nelerle uğraşıyorum, kargalara komedi– evet uyanmıyorsam demek ki bu benim düşüm değil. Belki de manavın düşüdür. Hay allah, bu iş çok komik. Buradan çıkmanın bir yolunu nasıl olsa bulurum. Bulamazsam da Şen Manav sonsuza dek uyuyacak değil ya, elbette uyanır. Uyuyan Güzel bile sonunda uyanmıştı. Hah ha...

Sınırda Gezintiler
– Alo Tayfun, ben Nermin, nasılsın?
– Sağol iyiyim.
– Şey için aradım seni, ben şimdi Şulelerdeyim, arkadaşlarla buluştuk, Şükran’la Leyla da burada. Biraz gecikebilirim merak etme.
– Tamam, olur.
– Aa, haberin var mı, hani bizim manav vardı ya, sokağın başındaki, adam sizlere ömür. Dün gece yatmış, bugün kalkamamış adamcağız. Karısı sabahleyin uyandırmış, adam biraz daha uyumak istemiş, kadın da dokunmamış. Öğleye doğru yeniden gitmiş kocasının yanına, uyandıramamış bir türlü. Düşünsene kadıncağız nasıl korkmuştur kimbilir. Sen manava uğramış mıydın?
– ... Pek bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum?
– Neyse boş ver, ben gelirken domates filan alırım. Hadi akşama görüşürüz, beni merak etme. Öptüm.
Karımla telefonda konuşuyorum. Evet, doğru, konuşuyorum. Peki ama neredeyim ben, gerçek yaşama döndüm mü, yoksa hala o düşte miyim? O da bu saçmalığın içideyse rahatlıkla olabilir. Bir dakika şimdi, dalgayı bir yana bırakalım. Eğer manav ölmeden hemen önce onun düşüne girdiysem burada sonsuza dek tutsağım demektir bu; adamın uyanması olanaksız. Canına yandığımın, herşey öylesine karmaşık ki, insan düşte olup olmadığını nasıl anlayabilir? Burası evim, evdeyim, herşey gerçek görünüyor –masa, koltuklar, televizyon, öksürük şurubu– ne bileyim, her günkü şeyler işte. Tabi o “her gün” dediğim günler de bu oyunun birer parçası değilse. Histerik paranoya eğilimleri mi ne? Yaşantım dediğim süreç yalnızca bir düş olabilir mi? Hadi canım daha neler, dizginle artık bu çılgınlığı, insan uykusundayken böyle açık açık akıl yürütemez, mantıklı olamaz... Aslında pek mantıklı olduğum da söylenemez sanırım. Kafamın içinde karşılıklı iki ayna var sanki, sonunu belirlemeye çalışıyorum görüntülerin. Öff, neredeyim ben, (.)

Kişisel Tarihin Tanıklığı
Buradan kaçmam gerektiğini düşünüyorum, olabildiğince uzağa. Avustralya... Neden orası geldi ilk olarak aklıma bilmiyorum. Hep bir özlem ülkesiydi Avustralya benim için, abime kanguruyla balık kardeşin masalını anlattırırdım küçükken: kanguru bir gün Sydney’e gider, ilk defa deniz görür, ayaklarını sokmak ister ama suya yuvarlanıverir. Çıktığında, kesesinin içinde küçük bir balık bulur, ikisi arkadaş olup dünya gezisine çıkarlar. Sonra Zürafa Recai’nin Avustralya gezisi masalı vardı: İngiltere’den kalkan, mahkumları taşıyan gemi yolda Afrika’ya uğrar, Zürafa Recai de gizlice, limanda demirlemiş bu gemiye biner, geminin ambarına saklanır, doğru Avustralya’ya... Dünya’dan ayrı, uzak bir ülke olarak yer etmiş kafamda. Bir çeşit ön yargı, koşullandırılmışlık, batıl inanç benimkisi; yine de iyi bir seçim. British Airways’i arıyorum, telefonu yanıtlayan kadın yarın sabah 05.30’da Londra üzerinden bir sefer olduğunu söylüyor. Yerimi ayırtıyorum, G-32 no’lu koltuk benim. Telefonu kapatıyorum. Çok mu acele karar verdim acaba? Sanırım deliriyorum. Uçakta yer ayırtabildiğime göre gerçek dünyada olmam gerekir. Ya da telefonla konuştuğum kadın, British Airways, uçağın yolcuları, elimdeki sönmüş sigara, Atatürk Hava Limanı, masanın üstündeki gazete ve yazdığı olaylar hep aynı düşün parçaları. Eee, baydı artık. Bu işin sonu yok, aynı şekilde düşünerek tüm dünyanın, “gerçek” dediğim herşeyin aslında bir düş olduğunu öne sürebilirim. Elime ne geçer veya bu neyi değiştirir? İnsanlar düşte de olsa doğup ölüyorlar. Çok saçma, saçma. Bütün bunları böylesine açıklıkla düşünebiliyorsam düşte olamam, haksızlık bu.
İşin içinden çıkamıyorum. Peki ya çocukluğum – bir geçmişim var benim, kafamın içi binlerce anı, ufak, önemsiz binlerce ayrıntıyla dolu. Tüm bunlar ancak gerçekten yaşamışsam varolabilirler. Düşteyken insanlar geçmişlerini anımsayamazlar ve ellerine bakamazlar – bir yerde okumuştum. Örneğin ilkokulun ufacık terasında teneke kutularla, kan ter içinde futbol oynadığımızı anımsıyorum. Kızın birinin, Nilgün’dü adı, unutur muyum, benimle ayranını paylaştığını, milletin dalga geçtiğini. Ağladığımı. Sonra küçük ablama gözümün önünde otobüs çarptığını çok canlı olarak görüyorum şimdi... İlkokula başladığım gün bir çocuğun –adı aklımdan çıkmış– bana koşmayı öğrettiğini, ayakkabılarımın vurduğunu. Bunları biliyorum ama arada büyük boşluklar var, okul öncesi döneminde aklımda kalmış pek birşey yok; sonra on beş yaşındayken neler yapıyordum diye düşünüyorum da, genelde ders çalıştığımın dışında birşey çıkartamıyorum. Garip – otuz iki yaşındayken örneğin, geçip bitmeyecekmiş gibi gelen bir yılda önemli neler oldu acaba? Şimdi çalıştığım şirkete girdim, yeni bir eve taşınmamız gerekiyordu, kavga ederdik Nermin’le sık sık. Bunları yaşadığımı kanıtlayabilecek tek şey, çoğunlukla belleğim, o da tekliyor işte. Kendimle ilgili olaylar bir yana, dünyada neler olmuştu? Tam bilemiyorum, bilmiyorum: gerçi bunlarla ilgili yazılı belgeler var ama, neyin tarih, neyin uydurma olduğunu nasıl ayırt edebilirim? Hammurabi’nin Kanunları diye birşey acaba hiç oldu mu? Tamam işte kafamdaki bütün tahtalar çürüğe çıktı, yakında insanlar beni öldürmek için gizlice peşimden geliyorlar diye tuttururum... Anılarıma bu denli güvenmekle hata ettim sanırım. Pek çok irili ufaklı olay anımsıyorum ama kimbilir kaç katı belleğimden silinmiş. Geçmişim kendi gerçekliğimi kanıtlayamayacak. Sonra bir zamanlar tanıdığım kimbilir kaç kişinin varlığını unuttum, pek çok kişinin de benim varlığımı unutmuş olması aynı ölçüde doğal. Nasıl onlar benim için artık gerçek değilse, ben de onlar için gerçek olmaktan çıkmışım, anı bile değilim. Tayfun Boykul adında birisi yok pek çoğunca... Hayır, hayır kaptırmamalıyım kendimi. Her şeyi bir kez daha baştan alalım.

Kaçışın Analitik Geometrisi
Bunun bir düş olduğu kesin, yoksa manavın biri durup dururken belirip solosunu attıktan sonra yok olamazdı. Bütün sorun bu düşü kimin gördüğünde. Eğer gören bensem sorun yok demektir, en kötü olasılıkla ölmek üzereyken uyanırım, çünkü insanlar kendi düşlerinde ölmezler. Sonra da iyi bir kahvaltı ve koyu bir kahve. Ama başkasının düşündeysem bok yoluna Niyazi olsam işten bile değil resmen; üstelik ölürsem kurtulma şansım da yok, düşü gören ben olmadığma göre. Kolumu çürütmekten de vazgeçmeliyim. Uyanamıyorum. Ya Nermin? Yarın Avustralya’ya onsuz mu gideceğim? Niye gidiyorum ki ben – düşünelim: bu ortamdan kurtulursam belki kafamı toplayabilirim. Ya da düşün sınırlarını zorlamış olurum: bir balonun içinden kurtulmak isteyen bir insan, balonun yüzeyine doğru hızla atılırsa delip çıkabilir. Evet olabilir. Aslında Nermin’i de peşimden sürüklemenin anlamı yok, bu benim sorunum, bana yardımcı olamaz. İş gezisine çıktığımı söylerim ona. Ani bir iş bağlantısı. Çok büyük yatırım. Kaçırılmayacak olanaklar. Mutlaka gitmem gerek. Böyle bir fırsatı ne zamandır bekliyorduk zaten. Evet Nermin burada kalmalı. Fazla sürmez, bir-iki günde sorunu çözümleyebileceğimi sanıyorum. Olayların merkezinden uzaklaştıkça gerçekleri görmek daha kolay olur. Ama gerçeği ölçebilecek bir standart bulamıyorum.

Algernon’a Çiçekler
Korkuyorum. Aklımı yitirme sürecine tanık oluşum dehşete düşürüyor beni.

Papaz-Pilav Bağıntısı

Saat yediye yaklaşıyor, buluşmaya gitmem gerek, Etap’ın önüne. Bu saatte de kalabalık olur Taksim Meydanı. Onu tanıyabilecek miyim bilmiyorum, dokuz yıl geçti aradan. Ama o her zaman garipti, fazla değişmiş olacağını sanmıyorum. Kendisini tanımamı sağlamak onun işi; hiç gönüllü değilim onu yeniden karşımda görmeye. Yoksa buluşmayı kabul etmese miydim? Ne değişecekti ki, bugün olmazsa başka bir gün, başka bir yerde nasıl olsa bulurdu beni – ne denli yapışkan olduğunu bilmiyor musun?.. Olabildiğince kısa keseceğim görüşmeyi, olmaz diyeceğim ona, daha olmaz, bekle. Beklemelisin.

Bay Ölüm’le Dıhe Buluşma
Hollanda’dayken –vaktiyle– arkadaşlarla çok güldüğümüz bir olay olmuştu: tek yönlü bir yolda hem arabalara, hem karşıya geçmek isteyen yayalara kırmızı ışık yanıyordu. Arabalar ve insanlar öyle bekleşiyorlardı. Türklüğümüzü sergilemez için tam fırsatı bu, “deli Hollandalılar, salaklar!” diye kahkaha ata ata kırmızıda karşıya geçmiştik. Aval aval bakmışlardı ardımızdan da yaptığımızı yapamamışlardı. “Güçlü bir toplumsal koşullandırma” damgasını da vuruvermiştik olaya.
Böyle birşey yalnızca Hollanda’da olur sanıyordum, daha beteri şu anda Taksim’de, Etap Oteli’nin önünde oluyor. Tüm arabalar durmuş, kırmızı yanıyor; yayalara ise yeşil yanıyor ve kimse karşıya geçmiyor! Yanımdaki yaşlı teyzeye niye yürümediğini soruyorum “ben zaten karşıya geçmek için beklemiyorum ki burada” diyor. Yürümeye başlıyorum. Kahverengi bir Mercedes diğerlerinden hızla kopup üzerime doğru geliyor. Eski dostumun arabası bu, dokuz yıldır aynı arabayı kullanıyor olmalı, o kazada da bununla öldürmeye çalışmıştı beni. Yolun ortasında buluşuyoruz sonunda. Beklemeye hiç niyeti yok, belli; projesini şimdi gerçekleştirecek gibi. Gelmemeliydim. Saat 19.15. Her şey çok çabuk...

Ölüler Konuşmaz, ya da Western’de Yeni Bir Boyut
Ne söyleyeceğimi bilmiyorum; ben ölüyüm şu anda, cesedimi de çoktan kaldırdılar, ama hala düşünüp konuşabiliyorum işte. Uçaktaki yerim boş kaldı, koltuğu benimkinin yanıda olan adam, gelmediğimi görünce ayaklarını koltuğuma uzattı. Uçak kalkalı bir saat oluyor, rahat bir yolculuk yapıyordur. Uçakta olmayışım gerçekten öldüğümü gösteriyor. Buna karşın, konuşuyor olmam da şu anda düşte olduğumu.
Nermin ölümüme gerçekten çok üzüldü, oysa rahatlamasını bekliyordum. Ben de onun bu denli üzülmesine üzüldüm. Birbirimize çok bağlanmışız farkında olmadan. Düşünüyorum da, daha farklı olabilirdi ilişkimiz. Gülünç aslında, bunu anlayabilmek için ölmek gerekiyormuş. Her şey önemsiz ve anlamsız gözüküyor buradan. Kendimi tıkıldığım şişeden çıkmış gibi hissediyorum, her yere gitmekte özgürüm. Beni burada tutan tek şey Nermin, onun yanında olmak istiyorum. Yaşarken istemediğim kadar çok hem de.
Nermin’e ancak geceleri ulaşabiliyorum, dün gece uykusunda birlikte olduk. “Tayfun sen misin?” diye irkildi ilkin; karşısına böyle çıkmamı doğal olarak beklemiyordu. Dindar değildir Nermin, dolayısıyla da ruhlara güler geçer. Ne yani, ben şimdi ruh mu oluyorum? Neyse, dağıtmayayım şimdi. Can çıksa da huy çıkmıyor.
– Evet canım. Evet sevgilim. Geceleri seninleyim artık. Hep yanındayım sevgilim. Korkmana gerek yok. Yalnızca bir düş bu, korkma ne olursun.
Birşey diyemedi bir süre. Uykudayken mantığını işletmesi daha zor oluyordu ki, epeyce düşündü.
– Ya sabah olunca?
– Sabah olunca uyanacaksın, bütün gün boyunca gece olsun diye sabırsızlanacaksın ve sonra yine birlikte olacağız.

Alice’e Nispet
Bir düşteyim sanki! Sankisi yok, düpedüz bir düş tabii. Her gece ondan sabah yedi buçuğa kadar birbirimizin oluyoruz. Hiç yapmadığımız, düşünmediğimiz, cesaret edemediğimiz şeyleri yapıyoruz düşlerde. Evliliğimizin en mutlu anlarında bile bu kadar rahat ve kusursuz bir ilişkimizin olduğunu, bu kadar yakın olduğumuzu sanmıyorum. Bir kaçış bu, sorumsuzca bir kaçış ve bunun doğurduğu tüm güzellikleri yaşıyoruz. Bundan aldığımız zevk gerçek, mutluluk gerçek, insanın bütün bunlara “yalnızca bir düş” demeye dili varmıyor o yüzden. Gerçekten ayırmak o denli zor ki; gerçeklik dünyasının en önemli değerleri nedir? Özgürlükse, yaşıyoruz özgürlüğü, olamayacak kadar. Mutluluksa, söyledim işte, paylaşsak da az gelmiyor. Ütopyaların karşılaştığı ikilemin, birinden birini seçme zorunluluğunun da ötesinde, ikisi birden elimizde bizim.

Yolun Sonundaki Yanlış Adreste Oturan Postacı
Nermin bu tempoya dayanamıyor. Aradan geçen iki ay içinde iyice çöktü zavallı. Tüm yaşantısı alt-üst oldu; arkadaşlarıyla görüşmüyor, ufak bir sekreterlik işi buldu, sabah gidiyor, akşam çıkınca da hemen eve. Yüzü sapsarı, gözleri ufaldı, akları iyice belirginleşti. Pek birşey de koymuyor ağzına. Kahvaltıyı bile bir fincan çay, bir grisiniyle geçiştiriyor, oysa çok önem verirdi, “altın yiyorum altın” diye de kendi kendisiyle eğlenirdi.
Bunu yapmaya hakkım yok benim, o bir insan, yaşıyor, yaşaması gerekli ve bunu değiştirmemeliyim. Benim yüzümden gözlerimin önünde eriyip bitmesine dayanamam. Acınacak haldeyim. Hödüğün biri beni uykusunda görüyor, sonra da ölüyor ve ben gerçek yaşamda öldüğüm halde böyle belirsizce sürünüyorum. Belki –olur ya– düşü gören manav da değildi, belki manav da bir düşteydi; beş milyar insanı, geçmiş ve geleceklerini tüm ayrıntılarıyla içeren bir düş... Yok deve. Bunun ucu teolojiye dayanıyor ya, statüm gereği görmem gereken ödül ve ceza diyarları etrafta gözükmediğinden, o konuya girmek yersiz. Tanrı bile benim gibi bir hilkat garibesini dışlamış olabilir... Kahretsin, bu halimde bile aklım soytarılıkta, bencillikte, hep ben, ben. Nermin ne olacak, sorun bu. Böyle devam ederse o da sonunda terk-i diyar etmek zorunda kalacak. Yeter artık... O ölürse sanmam ki benim yanıma gelsin. Onun ölümü ikimizin de sonu olur. Bunu istemiyorum, bir çıkış yolu olmalı.
Sanırım onu bırakmam gerekiyordu. Gitmeyi önerdim, “seni bir daha rahatsız etmeyeceğim” dedim ve gittim de, ama olmadı. Nermin daha da kötüleşti, işe bile gitmez oldu, bütün gün yataktaydı. Onunla birlikte olamamaya, yalnızca uzaktan seyretmeye ben de dayanamadım. Geri döndüm sonuçta.
Yapacak tek birşey kalıyordu; aklıma çok iyi –ikimiz için de çok iyi– bi çözüm gelmişti.

Dahiler De Ölür / Ölüler De Dahiler
Nermin’in intihar etmesi gerekiyordu. İyice düşündüm ve bu konuda, işleyeceğine inandığım bir teori oluşturdum: Nermin kendisini öldürecekti ama öyle herhangi bir yöntemle değil; uyku haplarıyla. Bunu söylerken gülümsemeden edemiyorum, çok dahice –çılgınca!– ve tam bu duruma uygun bir buluş bu. Evet bir buluş. Uyku haplarıyla derin bir uykuya dalacak Nermin o sırada onun yanında olacağım sarılacağım ona Nermin’im diyeceğim ve o yaşamdan kurtulduğunda artık benimle olacak...
Önerimi sessiz bir coşkuyla karşılıyor Nermin; düşünde salondaki koltuğa oturmuş, düşünüyor.
– Nasıl yapacağım bunu Tayfun? diye soruyor, gözleri parıltılı.
– Bunu gerçekten isteyip istemediğinden emin olmalısın öncelikle. Çok önemli bir karar bu.
– İstediğimi, deliler gibi istediğimi, yalnızca seninle olmak istediğimi biliyorsun.
– Peki canım. Sanırım yüksek dozda uyku hapı alman bu durumda en uygun olanı.
Nermin başını sallıyor düşünde, sonra uyanıyor. Bir süre yatakta doğrulmuş bekliyor, tuvalet masasının üzerindeki ilaç kutusuna uzanıyor sonra eli. Teker teker boşaltıyor bütün hapları avucuna. Bir an duruyor, sonra masanın üstüne bırakıp mutfağa gidiyor. Bir bardak suyla dönüyor, yavaş yavaş içiyor hapları. Ağır çekimle izliyorum sanki bunları. Yatağa uzanıyor yeniden, “geliyorum yanına, bekliyorsun değil mi?” diye fısıldıyor.

Kerevette Oturan Murad
Evet bekliyorum. Yeniden başlayacağız, bambaşka bir dünya bu çünkü, belki başka bir düş. Kuralları farklı. Bekliyorum; gel Nermin’im, sevgilim, gel. Yavaş... Yavaş. Gel.

Gerçeğin Öte Yanında



Bundan tam 30 yıl önce bugün, "Gergedan"da ilk öyküm yayımlandı. Öyküyü bir önceki yaz, ÖYS sınavından sonra yazmıştım; o yıl Haldun Taner Öykü Ödülü konmuştu, tek öyküyle de katılmak mümkündü, ben de oraya göndermiştim. Kazanamamıştım tabii, ödül jürisi de büyük tepki çekmişti - ödülü bana vermedikleri için değil, Tomris Uyar, Murathan Mungan ve Nedim Gürsel arasında paylaştırdıkları için.

Şubat 1987'de "Gergedan" yayımlanmaya başlayınca ve liseden arkadaşım Derin Terzioğlu'nun şiirlerine yer verince ben de cesaret bulup öyküyü oraya gönderdim. O yıl İstanbul'da acayip bir kar yağdı; okula giderken arabaların üstüne bastığımı hatırlıyorum. O karlı günlerden birinde, öykümün yayımlanacağı haberini aldım, karlar kadar sevindim - Çaykovski seven bir oğlandım, aşağıdaki fotoğraftan da anlaşılıyordur.

Bu 30 yıl sana ne öğretti diye sorarsanız, hafif sıklet pehlivanlığı diyebilirim: alta düştüğünde yerinmemek, üste çıktığında sevinmemek, çapraz girmemek.

(öykünün tamamı için tıklayınız: http://sefinsalatasi.blogspot.com.tr/p/gercegin-ote-yannda.html)



30.4.17

İyi Türkiye



"Ekmek için Ekmeleddin"in ötesine geçecek, şu türden vaatleri içerecek bir seçim platformu/parti programı/Türkiye vizyonu görmek nasip olacak mı acaba:

-tüm TC vatandaşlarına, sağlıklı bir yaşam sürmelerine yetecek asgari ücret

-isteyen herkese ücretsiz asgari konut

-haftalık çalışma saatlerinin kademeli olarak 20'ye düşürülmesi

-haftalık 20 saat gönüllü toplum hizmeti

-kadın nüfusun %80'inin istihdamı

-herkese ücretsiz internet erişimi

-yıllık ufak bir üyelik ücreti karşılığında Milli Kütüphane'nin kitaplarına ve yeni oluşturulacak ses/görüntü arşivine sınırsız dijital erişim

-tüm şehirlerde şebeke suyunun içme suyu kalitesine ulaştırılması

-şehirlerin küçültülmesi, yoğunluğun azaltılması

-toplu taşımanın radikal biçimde yeniden ele alınması

-büyük şirketlerin vergi oranlarının artırılması ve öğrenci bursu zorunluluğu getirilmesi

-yönetici maaş ve ikramiyelerine tavan getirilmesi

-öğretmen eğitiminin öncelik olarak belirlenmesi

-meslek eğitiminin çağdaşlaştırılması

-tüm eğitim hedeflerinin ve programlarının çağdaşlaştırılması

-askeri harcamalarda yıllık %20'lik azalma

-yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanım oranının kademeli olarak %50'ye çekilmesi

Bunları örnek olsun diye söylüyorum, Türkiye hakkında böyle düşünmemeye, bu türden hedefleri gerçekleştirmeye yönelik stratejiler beklememeye ne kadar alıştığımızı göstermek için. Elbette bugün çok daha temel sorunlarımız var (öldürülmemek, hapse atılmamak, soyulmamak gibi) ama sadece bunları tartışmanın, ötesini talep etmemenin de bir maliyeti var.

İyi pazarlar.



22.4.17

hitchcock’un çekmediği filmin son karelerinin kısa tarihçesi, yitirilişi ve beklenmedik bir anda siyah-beyazın yeniden bulunuşu



Döndü ve gözlerinin içine baktı. Onu gördüğüne hiç şaşırmamıştı sanki. Hafifçe gülümsedi, elini uzatıp kadının elini sıktı. (Üç yıldır süren bu heyecanlı ve zevkli oyunun sonu gelmişti artık, yenilmişti. Kurallara göre, yirmi beş yıllık dostu olan oyun arkadaşının onu öldürmesi gerekiyordu. Ölümlerin en güzeli olacaktı bu.) Hazır olduğunu gösterircesine, “hadi” dercesine yeniden gülümsedi adam.

(Yaşamına oynamışlardı. Eğer yaşam, sahip olunan tek şeyse ve sırf bu yüzden de olsa değerliyse, bir kumar ya da bir oyun ancak yaşam konmuşsa ortaya anlam ve heyecan açısından olabileceği herşeyi olmuş demektir.

Birbirlerini çok iyi tanıyorlardı. Oyuna başladıkları gün, yirmi iki yıllık bir sevginin getirdiği şeyleri paylaşıyordu kadın ve adam. Kurallar konuşulmaksızın, sessizce ve neredeyse telepatik olarak kararlaştırılmıştı. Yalnızca çok sevdiğiniz ve çok güvendiğiniz birisiyle oynayabilirdiniz bu öldürme oyununu. Üç yıl boyunca basitliğe ve kabalığa hiç yer verilmemişti, kalleşlik yoktu – ikisi de, kendisi uyurken diğerinin, sırtına bıçak saplamayacağını biliyordu. Centilmen birer sporcu gibiydiler. Adam kadının zekasına saygı duyuyodu, kadın da adamın. Kendilerine de büyük saygıları vardı; bu yüzden incelikle düşünülmüş bir plana yenik düştüğünü gören adam, bu planın zarif görkemini için için alkışlıyor, kadına duyduğu hayranlık artıyordu – onun tarafından öldürülmek, bir şeref olacaktı.

Ölecek ya da öldüreceksin – ilk amipler yapar bunun bekçiliğini.

Gerçeğin soyutlanması, güzelliğini ve boyutlarından pek çoğunu yitirmesine neden olabilir. Savaşın soyutlaması olan satranç, örneğin. Karelerin üzerindeyken kralın hapşırması ve tam o anda gözlerini kapatması söz konusu bile edilemez. Vezir de askerlerden birine aşık olamaz. Soyutlamanın amacı, daha az ilginç olması pahasına zararsız ve daha kolay idare edilebilir bir oyun haline getirebilmektir gerçeği. Oysa kadın ve adam, bununla yetinmeyecek kadar heyecan duyuyordu yaşamdan. Yaratıcılığın sözcüklerle yazılması, resminin yapılması ya da notalarının sıralanmasının ötesinde birşeyler olsun istemişlerdi. Kaşlarını oynatmayı, otobüse binmeyi, el sıkışmayı, yorulmayı, korkmayı, yaşamayı katmışlardı oyuna. Kişisel varoluşun tümünü kapsayan bir satranç tahtası. Sonu öldürmek olan bu yaratıcılık, evet. Ama herşeyin bir bedeli olmalı ve bunu ödemeyi kabul edenler bu özgürlüğü tadabilmeli yalnızca. Bu kadın ve adam gibi.)

Kadın karşısında duran adama baktı (onu öldürmeyi hiç istemediğini fark etmişti. Onunla çok yoğun yıllar yaşamış ve öldürme oyunundan büyük zevk almıştı, ama son aşamaya gelince duraksadı: adamı öldürmek yeni birşeyler kazandırmayacaktı ona. Tersine, çok şeyler paylaştığı bu insanı yitirmesine yol açacaktı. Oyun, ona verebileceği herşeyi vermişti; kazanmış olduğunu bilmek yetiyordu kadına. Bir insanı, hele kendisi için bunca değerli birisini öldüremeyeceğini görüyordu şimdi.)

Oyunun bittiğini, onu öldürmek istemediğini, bunun anlamsız olacağını, yaşamasını istediğini söyledi adama. Adamın gülümsemesi silinmişti. Tetiği çekmesi için üsteledi. (Ancak kadın, böyle bir şeyin gereksizliğini gittikçe daha iyi kavrıyordu.) Başını salladı, adamı öptü, silahı alçak duvarın üzerine bıraktı ve arkasını dönerek kararlı adımlarla nehir kıyısından yürümeye başladı. Henüz çok erkendi – bu soğuk sonbahar sabahında kimse yoktu şehrin sokaklarında.

Silah sesi duyuldu.

(1989)

17.4.17

Atı Kim Aldı?



16 Nisan referandumu, AKP’nin devletin elindeki olanakları sonuna dek kullanmasıyla, hatta devletin elinde olmaması gereken olanaklardan da yararlanmasıyla, geçerli oyların yarısına yakınını alması ve yeni sistemin başlama düğmesine basması sonucunu doğurdu. İşi yapan, işi denetleyen, yaptırıma karar veren ve yaptırımı uygulayacak olanın aynı kişiler olduğu bir ortamda, işle ilgili şikayetlerin bir sonuç doğurmayacağını kabullenmek zor, insanın gücüne gidiyor, ama gerekli. Türkiye’nin önünde artık ana hatları bilinen bir yol haritası var; herkes buna göre konum almalı ve bunu bir an önce yapmalı.

Öncelikle şunu görmek ve bir kenara yazmak gerek: bu sonuçlar, demokratik herhangi bir ülke için bir skandal. Oy oranları tersine olsaydı da skandal olacaktı. Bir ülkenin yarısına yakını, demokrasinin temel niteliklerinden güle oynaya vazgeçebiliyorsa, o ülkede demokrasinin kurumsallaşmasından söz edilemez. Türkiye’nin demokrasisi elbette hiçbir zaman birinci sınıf sayılamazdı, ama kimine göre 70 yıllık, kimine göre 110 yıllık bir geleneğe dayanıyordu. Bu birikimi yoksamak için söylemiyorum, ama pek bir derinliği olmadığını kabul etmezsek, orta vadede yapılması gereken şeyleri yine günü kurtarmak adına yapamamış oluruz. Orta vadede daha toplumsal, daha sınıfsal bir çalışma planı gerekli; güce tapınan bir toplum olmaktan kurtulmanın köklü yollarını bulmak gerekli.

Kısa vadedeyse hemen yapılması gereken günlük siyaset işleri var. Önümüzde en fazla iki yıl içinde gerçekleşecek bir meclis ve başkanlık seçimi duruyor. Bu seçimde AKP, CHP, MHP ve HDP’nin performansından bağımsız olarak bir de başkan seçeceğiz. Seçimin yapısı, milletvekili seçimlerinde en çok oyu alan partiye en çok milletvekilini veriyor, ama başkanı vermiyor. Bir partinin %40’la meclis çoğunluğunu sağlaması, ama başka bir partinin adayının ya da bağımsız katılan bir adayın %50 + 1 oyla başkan seçilmesi mümkün. Dahası, örneğin ilk turda başkanlık oyları dört aday arasında %49-18-17-16 şeklinde dağıldığında, %18 oy alan adayın ikinci turda başkan seçilmesi imkanı var. Daha somut söylemek gerekirse, önümüzdeki seçimleri AKP’nin kazanması ama AKP’li olmayan bir başkanın seçilmesi mümkün.

Lider odaklı siyaset matah bir şey değil, ama Türkiye’nin yeni sisteme muhalif olan yarısı, bu sistemi kullanarak lideri ve sistemi değiştirebileceğini hızlı bir biçimde idrak ederse, işin rengi değişebilir. O zaman atı kim geri aldı, kim arkasından bakakaldı, yeniden konuşulur.


11.4.17

Bireysel Hak, Toplumsal Görev ve Kaçınılmaz Durum Olarak Yalan



0.

Yalan, “doğru” olmadığı bilinerek söylenen şeydir. Bu basit tanıma biraz daha yakından bakmakta fayda var:

a. “Doğru”nun tek bir karşıtı yoktur, oysa her yalanın tek bir karşıtı vardır. Dolayısıyla her doğru önerme, çok sayıda yalana temel oluşturabilir, ancak yalan, mutlaka “doğru olmayan” demek değildir, çünkü

b. Yalan bir bilinç durumudur. Bilmeden yalan söylenemez, ancak yanlış birşey söylenebilir. Burada, yalan söyleyen kişinin “Mutlak Doğru”nun ne olduğunu bilmesi de gerekmez; kendi doğru bildiği şeyi bilinçli olarak çarpıtması yeterlidir. Yalan her zaman nesnel doğruya gönderme yapmaz, öznel doğrular yeterlidir.

c. Yalan, etkin bir iletişim durumudur. Kimi davranışlar ve hatta sessizlikler de yanıltıcı olabilir, yanlış izlenimlere bilinçli bir şekilde yol açabilir – yalanla benzer sonuçlar doğursa da bunlar teknik olarak yalan söylemekten farklıdır ve buradaki tartışmanın dışında kalırlar.

Bu yazının son bölümüne kadar bu tanımı kullanacağım; ilk bölümde, yalanı ele alan pek çok tartışmadan farklı olarak birey-birey ilişkisine değil, birey-toplum ilişkisine bakacağım ve yalanın toplum karşısında bireysel bir hak olduğunu savunacağım; ikinci bölümde toplumsal bakış açısını kullanmayı sürdüreceğim, yalanın gerekli olduğunu ve bireylerin bunu toplumsal bir görev olarak benimsemelerinin doğru olacağını söyleyeceğim; son bölümdeyse “doğru bilinen şey”in içerdiği epistemolojik zaaf yüzünden bu tanımın yetersiz kaldığını ve yalanın insan varoluşuna içrik, kaçınılmaz bir durum olduğunu ileri süreceğim.

1.

Yalan söylemenin bireysel bir hak olduğu ya da mubah sayılabileceği durumlar var mıdır – yalan literatürünün çok önemli bir kısmı bu sorunun yanıtını aramaya adanmıştır. Ne var ki bu literatürün yine çok önemli bir kısmı modern (ve post-modern) dünyanın yeni koşullarını hesaba katmaz.
Bu ciddi bir handikap – modernizmle birlikte birey-toplum ilişkileri kökten değişti ve bireyin kendini oluşturabilmesi, koruyabilmesi, geliştirebilmesi için, içinde bulunduğu toplumla paradoksal bir ilişkiye girmesi gerekir oldu – bir yandan topluma muhtaçtı, bir yandansa özel hayatını korumak adına toplumla arasına mesafe koymalıydı. Bu mesafeyi koyabilmek için geliştirilen bireysel stratejiler (bireylere özgü ama kitlesel çapta stratejiler) savunma ağırlıklıydı.
Ne var ki çağ, en iyi savunmanın saldırı olduğunu bir kez daha gösterdi.

Aydınlanma’dan bu yana toplumsal ilişkileri belirleyen şey, “bilme istenci”dir – Foucault.
Eski Yunan’da ev, kişinin özel hayatını yaşadığı yerdi, bir yandan belli bir yoksunluk içeriyordu çünkü kişiyi toplumdan, yani gerçek kimliğine kavuşabildiği, kendini gösterebildiği yerden uzak tutuyordu, ama öte yandan, kişinin polis’in siyasal yaşamına katılabilmesi için gerekli dinlenme ve yenilenme ortamını sağladığından gerekli görülüyordu. Bu şekliyle ev, toplumun kapısından içeri bakmadığı bir yerdi.
Eski Yunan’da özel mülkiyet “ortak kamusal dünyadan kaçıp sığınılabilecek tek güvenli yerdi, yalnızca bu dünyada olup bitenlerden değil, aynı zamanda bu dünya tarafından görülmek ve duyulmaktan” kaçınmak için de – Arendt.
Pufendorf, Grotius ve Locke da, özel mülkiyeti kişisel özgürlüğün temeli sayan modern liberallerin yolunu açtı.
Aydınlanma’nın kendisiyle birlikte özel hayatın dokunulmazlığı ortadan kalkmaya başladı, bireylerin cinsellikleri, delilikleri, sağlık ve hastalıkları, suçları vs. yakın incelemeye alındı. İncelemenin öznesi yalnızca merkezi bir güç, yani Devlet değildi; toplum içerisindeki pek çok odak, “balta girmemiş ormanlar”ın haritasını çıkarma seferberliğine katıldı.
Birey ise toplumun oluşturduğu normallik söyleminden tümüyle kaçamıyor, ama yine de kendi başına kalabileceği, kendisi olabileceği “cep”ler yaratmaya çalışıyordu. Bunun başlıca yolu da özel hayatını mümkün olduğunca gizli tutmak, toplumsal söyleme meze etmemekti.

->Özel hayat hakkı kendi başına ahlaki bir hak olarak ele alınabilir, çünkü kişinin kendini oluşturması ve oluşturduğu benliğini koruması ahlaki bir haktır ve özel hayat da bunun önkoşuludur.

Dolayısıyla toplumsal alanın bilme hakkının karşısına bireyin bilinmeme hakkını koyuyorum.

Burada sınırlara dikkat etmek gerekir. Sözleşmeci (contractarian) bir açıdan bakıldığında, kendi yaptıkları yasalara bağlı olan ve belirli bir yaşam biçimini benimseyen insanların kurduğu bir toplum, elbette bu yasaları ve yaşam biçimini korumak isteyecek, bunun için de bireysel edimler hakkında bilgi sahibi olmaya yönelecektir. Bunun karşısında, “ihlal edilemez benlik alanı”nı koymak gerekir, aksi takdirde toplumsal normların saldırısı altında kalan benlik, bireysel bakış açısını ve kişisel tercihleri yitirerek iki boyutlu ve aslında soyut bir “ortalama”ya dönüşür.
Günümüzde özel hayat sınırlarını korumak, salt savunmayla, kişinin özel karanlığına kıskanç bir şekilde sahip çıkmasıyla mümkün olamayacak kadar zorlaştı.

->Burada “bakış”taki paradigmatik değişikliği de atlamamak gerek: modernizmin penoptikonu, sınıflandırmak, anlamlandırmak, onaylayarak olsun dışlayarak olsun dizgenin parçası kılmak ve sonuçta kendi iktidarını ve kurduğu düzeni korumak amacını taşıyordu. Bugünse bakan göz sayısı hem inanılmaz oranda arttı, hem de bu bakış, sefil bir tüketim ve eğlence aracına dönüştü – yaşamın ve insanların estetize edilmesi de değil söz konusu olan, tam tersine, Passolini’vari bir bok çukurunun verdiği ikrah duygusu kaplıyor dünyayı.

Bunun karşısında yalan, kullanılması gerekli olabilecek bir silahtır. Kendi kurgusunu (yani kendini ve yaşamını) saklamayı başaramayan birey, yapay kurgularla hedef şaşırtmak zorundadır. Ahlaki açıdan bakıldığında, varoluş asıldır – Kant dilediğini düşünebilir.

2.

“Yalan söyleme hakkı”nı savunmak isterim – insanın karmaşıklığı bunu gerektirir sanıyorum. Herkesin her zaman doğruyu söylediği bir dünya son tahlilde sıkıcı olurdu ve şu halimizle değer verdiğimiz, önemli bulduğumuz pek çok uğraş var olmazdı. (“Aşk = f(Karanlık)”)

Yalanın olmadığı bir dünyanın istenmezliği üzerine. İnsanların yalan söylemediği bir dünya kuşkusuz daha kolay olurdu – bütün sözlerin anlamı, nominal anlamlarına eşit olur ve bu da enerji ve zaman tasarrufu sağlardı, ama bu kolaylık, yaratılacak çok önemli bir eksikliği unutturmaya yetmezdi: Oyun.

->Temelinde, Gerçek’in askıya alındığı, geçerli olmadığı ya da ancak kısmen, koşullara bağlı olarak ve çeşitli değişikliklerle geçerli olduğu cepler yaratmak vardır Oyun’un temelinde – evcilikten pokere kadar böyledir bu.

Bir gerçeklik alt-sistemi olarak oyun içinde yalan söylemek de ayrıca mümkündür – inandırabiliyorsanız kazanırsınız, inandıramazsanız genellikle birşey olmaz: bir futbol maçı seyretmiş olan herkes, topu taca kimin attığı konusunda en az bir yalana tanık olmuştur. Yalan, oyunun doğal bir parçası olarak algılanır – beceriksiz yalana verilecek en büyük ceza, uç durumlarda yalancının oyun dışı kalması olacaktır.
Bir oyun türü olarak sanat da yalanı temel alır – sözün olmadığı mimari ya da fotoğraf gibi sanatlarda bile (gevşek anlamıyla) yalan söylemek, gösterilen ve saklananın seçimine bağlı olarak mümkündür. Sinema ve tiyatro, gerçek olmadığı bilindiği halde gerçekmiş gibi yapan sahnelerden oluşur. Edebiyat ise, sıkı tanımıyla bile katışıksız yalandır.
Oyun, her zaman katı sınırlarla belirlenmiş bir cep değildir öte yandan – yaşamın içinde, anlık olarak, geçişken sınırlarla sık sık yer alır. Yaşamı varlığıyla zenginleştirdiği gibi, ilgili tüm taraflar için değerli bir beyin egzersizidir (iyi bir yalan söylemek, “doğru”yu söylemekten daha zordur, bilindiği gibi) ve homo sapiens’i moron bir canlı türü olmaktan kurtarmakta büyük katkısı vardır. Bu özelliği nedeniyle de türün evrimsel gelişimi ve devamlılığı açısından yaşamsal öneme sahiptir.

Yalnız yalanın olduğu bir dünyanın istenmezliği üzerine. İnsanlar arasında anlamlı herhangi bir iletişimin sağlanabilmesi için çok fazla enerji ve zaman harcanması gerekirdi; evet/hayır soruları ve genelde iki seçenekli sorular, söylemin çoğunu kaplardı. (İnsanların daha az konuşması gibi bir faydası da olurdu ama.)

-> Bir distopya: Guliver bu kez bu iki adaya düşer sırayla, birinde yalnızca doğrular, diğerinde yalnızca yalanlar vardır. Sonuç olarak, yalanın her zaman bir olasılık olduğu bir dünyanın istenirliği’ne varıyorum.
Bazı insanların bazı durumlarda yalan söyleyebilmesi, hangi insanların hangi durumlarda yalan söyleyebileceğini belirlemesek bile gereklidir; bu gereklilik, insanlardan ve durumlardan bağımsız olarak vardır. Toplumsal sistemler yalnızca yalan üzerine kurulamasalar bile, yalanı tümden yok sayamazlar ve yok edemezler de – varlıkları ve canlılıkları, yalan olasılığının yok olmasıyla birlikte yok olur.
Her bireyin, parçası olduğu topluma karşı, yalan olasılığını yaşatma yükümlülüğü vardır – insan toplumlarının robot topluluklarına dönüşmesini engellemek, toplumsal bir görevdir.

3.

Oysa yalan, insanın algılamasının ve iletişiminin temelinde vardır – söze başvurulduğu anda, istemeden yalan söylemek durumu ortaya çıkar. İlk başta kullandığım tanım bu olasılığı yadsıyor, farkındayım. Yana bir adım söz konusu:

-> “Doğru bilinen şey”ler kümesi, aslında “doğru olarak kurgulanan şey”ler kümesidir. Özellikle zaman boyutunu içeren durumlarda geçerlidir bu – her anlatı, çeşitli öğelerin seçilmesi ve başka bazı olası öğelerin dışlanmasıyla oluşturulur. Öğelerin tek tek nesnel gerçeklere karşılık gelmesi (yani olgu olmaları) bile, sonuçta ortaya çıkan anlatının gerçeği karşılamasını sağlayamaz – Lawrence Durrell’ın klasik İskenderiye Dörtlüsü, selected fictions’ın nasıl birbirinden farklı gerçeklik kurgularına yol açabileceğini çok güzel gösterir. Kişinin kendi başından geçenleri anlatması, kendi kendisini algılayışı, tarih yazımı, toplumsal/siyasal/psikolojik analizler gibi farklı durumların hepsi, aslında bu tür bir kurgulama çabasını içerir. Bu noktada yalan ile yanlış arasındaki ayırım ortadan kalkar, çünkü kurgulama edimi bilinçli bir edimdir – kişi, yanlış olduğunu bile bile konuşuyorsa (elinden başka birşey gelmiyorsa bile), yalan söylüyordur.

-> Wittgenstein’a gelecek olursak: anlatılar bir yana, dilin kendisi Gerçek ile sorunlu bir ilişki içindedir. Nesnelere karşılık gelen sözcükler de dahil olmak üzere, bütün sözcükler ve cümlelerde, doğru dilegetirimi ve iletişimi olanaksız kılan bir belirsizlik payı vardır, bu yüzden yalnızca konuşurken değil, düşünürken bile bir “doğru oyunu” oynanmaktadır,

tıpkı varoluşun gerçekten varolduğunu varsaymaktan başka birşey yapamadığımız gibi.

İçinde bulunduğumuz cep, dışına çıkamadığımız için içinde başka cepler yarattığımız bir cep ve ne yazık ki delik değil.



1998


fotoğraf: Richard Silvaggio