70 Yıl Sonra Müzik Devrimi

Cumhuriyet tarihinin şu döneminde "müzik devrimi" sözünün tekabül edebileceği bir gerçeklik yok gibi - devlet eliyle devrim yapmanın neredeyse tümüyle "passe " sayıldığı, üstelik böyle bir devrim olacaksa da bunun kültürel bir alanda, hele müzik gibi soyut bir alanda yapılmasının iyice anlaşılmaz bu­lunduğu günler bunlar. Böyle olması, yani Cumhuriyetin ilk onyıllarının toplu ve köklü değişim havasının zaman içinde tavsaması, yerini çokmerkezli bir ev­rim dinamiğine bırakması belki kagnılmazdı. Nesli tükenmeye yüz tutmuş "devrimci kadrolar" merkezi bir mobilizasyonun topluma artık dayatılmaması­nı esefle karşılıyorlar ama, belki bu da kaçınılmazdı. Türk toplumsal geleneği­nin çok önemli bir parçası olan devrimciliğin 1930'larda milli müziğin ve ona uygun yurttaşm oluşturulması amacına hizmet edecek şekilde uygulamaya konmasmı ele alan bu kısa makale, bugün gelinen noktanın kagnılmazlığı ne olursa olsun, nasıl bir yol katedildiğini anımsatmak ve kültürel mobilizasyonun bu aşamada nasıl olabileceği ve olamayacağı konusunda düşünmek için de ka­leme alındı.


1934'e GİDEN YOL

"Müzik devrimi" teriminin bizzat Atatürk tarafından kullanıldığını belirte­rek başlamakta yarar var: Yine bir gün çevresindekilerle sohbet ederken en zor devrimin hangisi olduğunu soran ve tatmin edici bir yanıt alamayınca kendi so­rusunu kendi yanıtlayan Başöğretmen şöyle demişti: "En güç devrim müzik devrimidir. Çünkü müzik devrimi, şahsa önce kendi iç dünyasım unutturmayı, sonra da yeni bir âleme yönelmeyi gerektirir... Çok zor ama, yapılacaktır."1 Dö­nemin ünlü tarihçilerinden Emil L. Ludwig, bir söyleşi sırasında Atatürk'e, Ba­tının tekseslilikten çoksesliliğe geçebilmek için 400 yıl beklediğini söyleyince karakteristik bir tepkiyle karşılaşmıştı: "Bizim o kadar beklemeye vaktimiz yok­tur."2 Böyle bir devrimin neden gerekli olduğunu ve nasıl yapılacağını da Ata­türk 1 Kasım 1934'teki Meclis açılış konuşmasında anlatmıştı:
Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musıkide değişikliği alabilmesi, kavrayabil­mesidir. Bugün acuna dinletmeye yeltenilen musıki bizim değildir. Onun için yüz ağartıcı değerde olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onlan bir gün önce genel son musıki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak bu yolda Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musıkide yerini alabilir.3
Halk müziğinin aranması, aynı zamanda da çağdaş kültürle işlenmesi ve yeni bir şekle sokulması fikr 4 Cumhuriyetin resmi ideoloğu sıfatını hak eden Ziya Gökalp'e aitti ve onun hars/medeniyet ayrımına dayanıyordu - Anado­lu'da, köylerde yaygm olan halk müziği Türk harsının bir parçasıydı ve Türkle­rin Arap medeniyetinin etkisi altma girmesiyle alaturka denilen müziğe dönüş­müştü; oysa şimdi Türkler yeni bir medeniyeti, Batı medeniyetini kabul ettiğin­den, müziklerini de bu medeniyetin kurâllarıyla işleyeceklerdi: "O halde milli musıkimiz memleketimizdeki halk musıkisiyle Garp musıkisinin imtizacından doğacaktır. Halk musikisi bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve Garp musikisi usulünce armonize edersek hem milli hem de Avrupai bir musı­kiye malik oluruz."5 Gökalp'ten önce Necip Asım Yazıksız'ın da benzer fakat daha kestirme bir sentez anlayışmı savunduğu görühir: Ona göre, halk müziği derlemeleri yapıldıktan sonra, ulusal müzik yaratmada başarılı olmuş Macar­lardan yararlanılmalıdır: "Milli bir musıki vücude getirmek için Macaristan dan bir musıki âlimi getirmek, bu külliyatı ona tevdi etmek gerekir."6
Milli bir müzik yaratmak ve bunu Batı müziği kalıplarıyla yapmak konusu, Kasımından itibaren Cumhuriyet kültür hayatının önemli bir gündem mad­i haline geldi, ama bunun işaretleri on yıldan beri görülmekteydi. Mustafa al 1925'teki bir söylevinde, Montesquieû nün "Bir ulusun musıkideki duru­lüna önem verilmezse, o ulusu ilerletmeye olanak yoktur" sözünü doğru bul­6ğunu belirtmişti. Aynı yıl Anadolu'da halk müziği derleme gezileri başladı, etenek sınavı açılarak devlet tarafından yurtdışına sanatçi ve öğretmen olarak etiştirilmek üzere öğrenci gönderildi. 1926 yilinda Darülelhan'ın adı İstanbul elediye Konservatuvarına dönüştürüldü ve "Doğu musıkisi" böhimü kapatıldı. u yıllarda birçok kent ve kasabada bando ve korolar kuruldu, 1932'den sonra
I bunlara halkevleri koroları ve mandolin takımları eklendi. 1928 yilnda Mustafa Kemal sanatsal gündemi belirleyici bir hamle yaparak "alaturka/alafranga mü­zik" tartışmasını başlattı. 11 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu gazinosunda bir konser düzenlenmiş, Klasik Batı müziği çalan bir orkestra, Mısırlı sanatçi Müni­retül Mehdiye ve amatörlerden oluşan bir Türk musıkisi heyeti sahneye (ve Mus­tafa Kemal'in huzuruna) çıkmıştı. Son grubun performansının oldukça kötü ol­duğu ve Paşa'yı hiddetlendirdiği anlaşılıyor.7 Bunun üzerine, 1928 Sarayburnu Söylevi olarak literature geçen konuşmasını yapan Mustafa Kemal şöyle dedi:
Benim Türk hissiyatı üzerindeki müşahedem şudur ki, artık bu musiki, bu basit musiki Türk'ün çok münkeşef ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez. Şimdi karşıda medeni dünyanın musıkisi de işitildi. Bu ana kadar Şark musıkisi denilen teren­nümler karşısında kansız gibi görünen halk derhal harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyorlar, şen ve şatırdırlar, tabiatın icabatını yapıyorlar. Bu pek tabiidir. Türk fıtraten şen ve şatırdır.8
Bu sözler üzerinde biraz durmak gerekiyor. Bu konuşmadan sonra iyice alevlenen alaturka/alafranga tartışmasında, saray, tekke ve meyhane müziği olarak da adlandırılan Klasik Türk musıkisinin başlıca iki sakıncası vurgulan­mıştı: Çokseslendirmeye yatkın olmayışı ve ifade yelpazesinin dar oluşu.9 Baş­ka bir düzlemdeyse, "uyuşuk Arap"ın karşısına "dinamik Avrupalı" konuyor ve Türkler de bu ikincisiyle özdeşleştiriliyordu. Burada, Osmanlı İmparatorlu­ğû na, özellikle de son dönemine ilişkin katı bir yargı da okunabiliyor: Durakla­yan ve gerileyen, bunun sonucunda da sızlanmaktan, ağır ağır terennüm et­mekten başka bir şey yapamayan Osmanlı arketipi ciddi bir korku ve nefret nesnesidir; bir an önce silkinip canlanmak ve harekete geçmek gereklidir; bu da ancak geçmişle olan köprülerin yakılmasıyla mümkün olacaktır.
Burada unutulmaması gereken nokta, diğer Atatürk devrimlerinde olduğu gibi müzik devriminin köklerinin de aslinda Cumhuriyet öncesine gittiği. Öme­ğin musiki araştırmalarıyla ilk kez 19. yüzyılm ikinci yarısında karşılaşıyoruz - Mevlevi şeyhlerinden Ataullah Dede Efendi, Mehmet Celaleddin Dede Efendi ve Hüseyin Fahreddin Dede Efendi, Türk musıkisinin perdeleri, aralıkları, ma­kamları ve usulleri üzerinde çalıştı. Onlardan el alan Rauf Yekta ve Suphi Ezgi, 1913'ten 1920'ye kadar Tiirk musıkisinin kuramsal sorunlarına eğildi. 1916'da Bahriya Muzika Mektebi açıldı, okul bandoları ve sivil bandolar kuruldu. Ope­retler yirminci yüzyılın ilk yıllarında çok revaçtaydı; özellikle Milli Osmanlı Operet Kumpanyası, Arşak Haçaduryan'ın yönetiminde Arif in H1lesi, Leblebici Horhor Ağa gibi oyunlarla büyük üne kavuştu. 1918'de, librettosunu Halide Edip'in yazdığı, bestesini Osmanlı uyruklu Vedi Sabra'nın yaptığı Kenan Çoban­ları operası sahnelendi. Bu dönemin en önemli başarısıysa 1917 yılında Darülel­han adında bir konservatuvarın kurulmasıdır. Burada Klasik musiki yapıtları notaya alınmaya, Anadolu'da derleme çalışmaları yapılmaya başlandi. 1926'da kapatılana dek Tiirk ve Batı müzikleri aynı akademik ortamda öğretildi ve böy­lece, kısa bir süre için de olsa, karşılıklı bir etkileşim mümkün kılındı. Kısacası Batı müziği Türkiye'ye Cumhuriyetten çok önce geldi; Cumhuriyetten önce alafranga ve alaturka birlikte yaşayabiliyor, devlet konservatuvarlarında yan yana öğretilebiliyordu; halk türkülerinin derlenmesine, Klasik Tiirk musıkisi­nin araştırılıp notaya geçirilmesine ve kuramsal sorunlara çözümler aranması­na da Cumhuriyetten önce başlandi.
Atatürk devrimlerinin hız kazandığı yıllardaysa Osmanlı geçmişinden ve onun mirasından kopma, bir yandan Orta Asya kokan bir "öz"e dönme, bir yandan da Batıyı uyarlama isteği kendi eklektisizmini yaratıyor, Meşrutiyet yıl­larında görülen türden eklektik/kozmopolit çabaları imkânsız kılıyordu. Bu koşullar altında müziğin bir devlet politikası konusu haline gelmesine ve kültü­rel sorulara ideolojik yanıtlar aranmasına şaşmamak gerek. Klasik Türk musiki­sinin Batı çalgılarıyla nasıl çalınacağı ya da nasıl notaya geçirileceği, Türk çalgı­larının nasıl standardize edileceği gibi aslinda teknik olan ve örneğin konservatuvarların "yetki alanı"na giden bir konuda siyaset adamları ve top­lum kuramcıları söz sahibiydi. Kaldı ki Türk harsının saf ürünü olduğu ileri sü­rülen halk müziğinin teknik altyapı sorunları (nota, çalgı, aralık vs) çok daha karmaşıktı ve Ziya Gökalp'in ve Atatürk'ün sandığının aksine, Rumeli türkü-sünden senfoniye giden yol hiç de düz ve dikensiz değildi.

1934-36: RAPORLAR, UZMANLAR, İŞGÜZARLAR

Atatürk'ün Meclisteki konuşmasının ertesi günü, 2 Kasım 1934'te Dahiliye Vekili Şükrü Kaya bir genelge yayımladı ve radyo programlarında "alaturka musıkinin tamamen kaldırılması ve yalnız Garp tekniğiyle bestelenmiş musiki parçalarımızın Garp tekniğini bilen sanatkârlar tarafından çalınması" uygula­maya kondu.10 Bu yasak yalnızca radyoyla sınırlı kalmadı ve yurt çapında bir yasak olarak algılanarak yaygın tepkilere yol açtı. Max Reinhard'ın raporu, ger­çekleşen bir kehanet niteliği kazanmıştı; Reinhard İstanbul Belediyesi tarafın­dan ısmarlanan raporunda Milli Türk Operasını kurmanın yanı sıra, opera izle­yicisini hazırlamanm da gerekli olduğunu söylüyordu:
Kemal Paşa bir emirle radyolardaki eski musıki saatlerini azaltabilir, hatta ta­mamen kaldırabilir. Onun yerine Batı musıkisini koyabilir. Her kasaba meyda­nında Batı musıkisi konserleri düzenletebilir. Fakat bu müsbet bir iş olmaz. Halk gizli bir mukavemetle kapalı perdeli odasında, yakın şark radyolarını din­ler. Bu direkt değişikliği de antipatik karşılar ve bir gün hiç umulmayan bir an­da aksülamel başlar... Yapılan emekler bir anda yıkılır gider. Bu suretle Türk operasının oynayacağı güzel temsiller snobismin tesiri ile, onu seyreder gibi gö­rünen geçici ve mahdut bir kalabalıktan başka müşteri bulamamak tehlikesine maruz kahr.11
Gerçekten de Kahire radyosu o günlerde çok popüler hale gelmişti. 1935'te ünhi orkestra şefi Praetorius'un Riyasetücumhur Orkestrasının başına geçmesi­nin ardından, radyo satin almaya gidenlerin, "İçinde Praetorius olmasın ha!" dediği anlatılıyor. Bu yasak iki yıl sürdü. 5 Eyhil 1936'da, o zamana kadar Türk Telsiz Telefon A.Ş. tarafından işletilen Istanbul ve Ankara vericileri, on yıllık sözleşmenin bitmesiyle devlete geçti; Ankara Radyosu müdürlüğüne Veli Ka­nık akandı ve 6 Eyhilden itibaren radyodan şarkı ve oyun havalan yeniden ya­yınlanmaya başlandı; fasıl yayınına ise daha sonra geri dönüldü.
Yasağın Atatürk'ün fikri olmadığı ve bundan pişmanlık duyduğu yolunda çeşitli yorumlar var. Orneğin Vasfi Rıza Zobu, yasağın hâlâ geçerli olduğu sıra­da bir akşam Paşa'nın sofrasındayken, onun isteği üzerine alaturka bir parça söyler ve bitirince, masadakilerle birlikte tedirginlik içinde neler olacağını bek­lemeye başlar. Şöyle der Atatürk:
Ne yazık ki benim sözlerimi yanlış anladılar... Ben demek istedim ki, bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini onlara (Batılılara) da dinletmek çaresi bulun­sun... "Türk'ün nağmelerini kaldırıp atalım da sadece Bah milletlerinin hazırdan musıkisini alıp kendimize maledelim, yalmz onları dinleyelim" demedim. Yanlış anladılar sözlerimi, ortalığı öyle bir velveleye verdiler ki, ben de bir daha lafını edemez oldum.12
Bu anlatım, söz konusu yasak hakkındaki yorumların çoğuyla uyuşuyor. Şükrü Kaya'nın Vedat Nedim Tör'ün de kışkırtmasıyla "ulusal musıki meselesi"nin önderliğine soyunduğu ve işgüzarlık ederek böyle bir yasak koyduğu, geri adım atmaktan hoşlanmayan Atatürk'ün de o günlerin devrimci ortamında bu işe ses çıkartmadığı konusunda "alaturkacılar" arasında hatırı sayılır bir gö­rüş birliği var; "alafrangacılar" ise 1934'teki yasağı alkışlarken, yasağır 1936'da kaldırılması hakkında genelde sessiz kalıyor. İşgüzarhk olsun olmasm, bu ya­sak diğer Atatürk devrimlerinin uygulamş biçimiyle hiç de çelişik gözükmüyor.
1934'e geri dönecek olursak: 24 Kasımda Milli Eğitim Bakam Abidin Oz­men başkanlığmda bir kongre toplandı - önde gelen sekiz Türk müzikçisi, "Türkiye Devlet Musıki ve Tiyatro Akademisinin Ana Çizgileri" başlıkh bir ra­por hazırladı. Bu raporda Ankara Devlet Konservatuvarmın kurulması ve Batı­dan uzmanlar getirilmesi gerektiği vurgulandı. Nitekim bu raporun ardından Joseph Marx, Paul Hindemith, Carl Ebert ve Bela Bart6k gibi, dünya müziğinin büyük isimlerinden raporlar alındı; bu sayılanlardan son üçü Türkiye'ye geldi, incelemeler yaptı ve idari görevler üstlendi.
Milli müziğin ortaya çıkartılması işinin "ehil eller"e bırakılması gerekliliği, Aralık 1934'te ilginç bir vesileyle anlaşıldı. Ankara bu ayda hem İran şahmm zi­yaretine, hem de Atatürk'ün şehre gelişinin yıldönümü kutlamalarma sahne olacaktı ve her ikisi için de, genç Türk bestecilerine çok kısa sürede operalar bestelemeleri söylenmişti. Türk ve İran uluslarmın kardeşliğini anlatan Özsoy destam, Atatürk'ün isteği üzerine Adrian Saygun tarafından bestelendi. Ne var ki Osman Zeki Üngör, Riyasetücumhur Orkestrasmı vermeyi reddetti; bunun üzerine eser karma bir orkestra tarafindan çalındı. Osman Zeki Bey orkestranın başmda daha fazla kalamâdı elbette; onun yerine Adnan Saygun geçti. Adnan Bey ve Necil Kâzım Akses, 27 Aralık kutlamaları için birer perdelik opera sipa­rişi verilen üç besteciden ikisiydi; üçüncü besteci Ulvi Cemal Erkin ise bu şerefi reddetmişti. Dönemin Halkevleri Başkanının "Otuz kişiyi astırdım, onu da astı­rırım," dediği anlatılıyor. Atatürk, Akses'in Bayönder ve Saygun'un Taşbebek operalarını beğenmedi ve üç gün sonra Burhan Belge'ye Ulus gazetesinde gö­rüşlerini yazdırttı: "Bu işin gereksiz ve amatörce olduğunu, gençlerden birta­kım ilerici arayışlar değil, Türk ruhuna seslenecek yeni bir ulusal küğ beklendi­ğini, yapılan denemeyle bu konuda yararlı olabilecek biçimde yetişmedikleri­nin anlaşıldığını, küğ devriminin zaman istediğini, böyle birtakım gösterişlerle değil il, sabırlı ve sürekh çahşmayla başarıya ulaşabileceğini"13 anlatan yazıdan sonra Adnan Saygun Ankara'dan ayrılarak İstanbul'a gitti ve Atatürk ölene ka­dar da geri dönmedi. Yazının en dikkat çeken özelliği, Sovyet Devrimi ertesin­de "toplumsal gerçekçilik"in Parti tarafından sanatçılara dayatılmasını anıştı­ran tonu, müziği bireysel anlatım aracı olarak değil, toplumsal işlevi olan bir araç olarak tanımlaması.
25-30 yaşlarında, Avrupa'da müzik eğitimi görmüş deneyimsiz gençlerle müzik devrimi yapılamayacağıın anlaşılması üzerine 1935 yılında Avrupah bir uzman arayışına girildi. Bu alanda Almanya ve Sovyetler Birliği arasında bir re­kabet yaşandı ve Ruslar, Ankara, İstanbul ve İzmir'i kapsayan ve bir ay süren ciddi bir konser/gösteri çıkartması yaptıysa da, sonunda Alman ekolü yeğlen­di. Berlin'de talebe müfettişi olan Cevat Dursunoğlu'na bir talımat yollandı ve konservatuvar kuracak bir uzman bulması istendi. Dursunoğlu kısa bir araştır­madan sonra, dönemin en ünhi orkestra şeflerinden Wilhelm Furtwangler'le te­mas kurmaya çalıştı, ancak şef randevu bile veremeyecek kadar meşguldü. En büyük hobisinin arkeoloji olduğunu öğrenen Dursunoğlu, Türkiye'deki kazılar­dan birkaç nadide parça getirtip bunları şefe armağan etmek istediğini söyle­yince, Furtwangler daha fazla karşı koyamadı. Türkiye'ye gelmesi, uluslararası angajmanları nedeniyle olanaksızdı, ama önerebileceği bir isim vardı: Paul Hin­demith. Gobbels'in "kültür bolşeviği" diyerek afaroz ettiği Hindemith, Karaor­man'da bir köyde münzevi bir yaşam sürüyordu. Dursunoğlu uzun araştırma­lar sonunda ünlü besteciyi buldu; Türk devleti adma yapılan teklifi Hindemith sevinerek kabul etti ve ilk kez 5 Nisan 1935'te Ankara ya geldi, Mayıs ortasına kadar kaldı, sonra çeşitli aralık ve sürelerle üç kez daha gelip gitti. Türkiye'de bulunduğu zaman zarfinda oldukça verimli çalışan Hindemith, dört ana rapor hazırladı: ilk raporda Ankara Devlet Konservatuvarmın nasıl kurulması gerek­tiğini, ikincisinde Riyasetücumhur Orkestrasının nasıl ıslah edileceğini, üçün­cüsünde orkestra enstrümanlarının yenilenmesinin zorunluluğunu, dördüncü­sündeyse müzik sanatının yurt sathında nasıl yaygınlaştırılacağını anlattı. Mu­sıki yaşamına gerekli olan kütüphaneci, derlemeci ve araştırmacıların yetiştiril­mesi, musıki araç ve gereçlerinin gümrük işlemlerinin kolaylaştırılması gerekti­ğini vurgulayan Hindemith, çoksesli müziğin halka benimsetilmesi için şu öne­rileri yapıyordu:
- İsteyen herkesin katılabileceği kurs ve okullar açılmalı, - Yerel korolar, bandolar, orkestralar kurulması,
- "Halk musikisi" kitabı hazırlanmalı,
- Müzikçiler köylere gitmeli, aylarca kalarak "müziği yaşamalı", ancak bundan sonra kendi bestelerinde bu müzikten yararlanmalı.14
Milli çoksesli müzik için Klasik Türk musikisi yerine Türk halk müziğini temel olarak almayı öneren ve bunun için bilimsel anlamda alan araştırması ya­pılması gerektiğini söyleyen Hindemith'ten sonra 5 Kasım 1936'da gelen ve
toplam üç hafta kalan Bela Bartdk, karşısında söylediklerini can kulağıyla dinle­yen bir kitle buldu ve beklentileri fazlasıyla karşıladı. Temelde Hindemith'le aynı görüşü paylaşıyordu; üstelik Türk müziği için önerdiği şeyleri kendisi Ma­car müziği için yapmıştı. Macaristan'da da şehirlerde çingenelerce çalınan bi hir sanat müziği vardı ve bunun gerek Macar müziği olduğu kanısı yaygındı oysa Bartok, köylerde yaptığı geniş araştırmalar sonucunda durumun hiç d böyle olmadığı sonucuna varmış, halkın yaşattığı müziği ortaya çıkartmıştı.l Türkiye'de de benzer bir "musıki vaziyeti" görüyordu Bartok; dahası, Macar müziğinde karşılaştığı bazı özelliklerin Türk müziğinden kaynaklandığını, iki ulusun müzikleri arasındaki bağların binlerce yıl öncesine gittiğini düşünüyor­du - Türk tarih tezi için beklenmedik bir destek gelmişti! Hindemith gibi Bartök da "köylerin... musıkisini oralarda uzun zaman yaşamak suretile his" etme­nin16 ve "etnografi ve folklor ilimlerinin"17 önemini vurguladı. "Fikrimce; an­cak yerinde sahiplerinin yanıbaşmda yaşanmadıkça köylü musıkisinin bir mu­sıkici üzerine tam manasile tesir etmesi mümkün değildir."18
Bartök, Adnan Saygun ile birlikte Adana'ya giderek yörede müzik araştır­malarında bulundu, ilkel teknolojiye ragmen kayıtlar yaptı ve kadaa değer bir arşiv oluşturdu; Macaristan 'a döndükten sonra da geride Adnan Saygun u ken­di milli müzik anlayışının temsilcisi olarak bıraktı. Ülkü dergisinin Ağustos 1936 tarihli sayısında "Türk müziğinin inkişaf yolu"nu açıklayan Saygun, Hin­demith ve Bartök'un öğrettiklerinin bir sentezine ulaşma çabasında görünüyor -bir yandan halk koroları ve bandolarmın kurulmasının ne kadar önemli oldu­ğunu ve halkevlerinin bu konudaki katkılarmı şükranla karşıladığını belirtiyor, öte yandan Türk müziğinin özelliklerinin korunmasına büyük özen gösterilme­si gerektiğini söylüyor.19

DEVRİM GÜNLERİNDE MUZİK TARTIŞMALARI
Bu noktada, tartışmanm özünde ne olduğunu ve zaman içinde nasıl bir de­ğişim gösterdiğini biraz daha açmak gerekiyor. Müzik devriminin çıkış noktası, Şark müziği de denilen, saraya, meyhaneye ve tekkeye ait olduğu ileri sürülen Klasik Türk musıkisinin safdışı bırakılması, yasaklanması, hatta inkâr edilmesi, buna karşm halk müziğinin öne çıkarılıp Batı teknikleriyle işlenerek Klasik Batı müziği kalıpları ve yapılan içinde ürünler verilmesini sağlamaktı. Bu doğrultu­da bir yozlaşmışlık/saflık ikiliği kolayca kuruldu ve bu eksene dayanan söylem kolayca hâkim kılındı: Yüzyılların köhne saray müziği ve onun durağanlaştırıcı etkisi terk edilmeli, saf kalmayı başarmış (ama aynı yüzyıllar boyunca nasıl bir değişim geçirdiği hiç sorgulanmayan) halk müziğinin Türk ırkının "fıtriyat"ına denk düşen canlılığına sarılınmalıydı.
Ne var ki pratikte durum bu kadar kolay değildi. Halk müziğinin aralık yapısı en az Klasik Türk musıkisininki kadar karmaşıktı; her iki müziğin çalgı­ları normalize olmamıştı, yani iki ney ve iki bağlama birbirine uymuyordu. Da­hası her iki müziğin önemli bir bölümünü Batı çalgılarıyla çalmak olanaksızdı. Teksesliliğin evrensel olmadığı ve çoksesliliğin çağdaşlık için bir önkoşul oldu­ğunu söyleyenler, her iki müziğin armonize edilmesinin eş derecede zor oldu­ğunu görmezden geliyordu ama, en azından Adnan Saygun, Atatürk'ün kafa­smdaki projenin olanaksızlığını, Paşa'nın admı vermeden kesin bir dille ortaya koymuştu: "Garplıların bu çokses tarzını alıp bizim türkülerimize tatbik etmek imkânsızdır... bir alman veya italyan türküsü ile bizim türkülerimiz arasında bir yakınlık bulmak kabil değildir. Böyle olunca onların kendi bünyelerinden çıkarmış oldukları bir armonileme sistemini türkülerimize tatbik etmek abesle uğraşmak olur... Türkülerimiz, ancak kendi bünyelerinden çıkacak bir armoni ile hususiyetlerini kaybetmezler."20 Hüseyin Saadettin Arel, aynı şeyin Klasik Türk musıkisi için de geçerli olduğunu söylüyor, Salih Murat Uzdilek ve Kemal İlerici ile birlikte, bu müziğin aralıklarım saptamak ve buna uygun bir armoni kuramı geliştirmek için çalışıyordu.21
Bu arayışlarm olumlu bir sonuç vereceğinden kuşku duyanlar zaman için­de arttı; Batıda müzik eğitimi görmüş yetenekli insanlarm Türk müziğinden yararlanmak istediklerinde kullanabilecekleri kuramsal altyapı çok smırhydı
ve koşullar el yordamıyla ilerlemeyi gerektiriyordu. Türk müziği ve Batı müzi-' ğinin aynı akademik yapı içinde çalışılamamasından doğan bir tıkanıklık söz konusuydu. Dönemin devrimci aceleciliği geçtikten sonra Adnan Saygun şöyle diyecekti: "Ben yazmak ihtiyacında olan bir insanım. Benim için makam deni­len şey bir renktir sadece... serbestçe kullarurım, böylelikle bütün çalgılar, pi­yano, orkestra elimin altına gelir... Istediğini istediğin teknikle yazacaksm. Is­tersen eski perde sistemine göre yaz. Sonuçta evrensel çizgiye ulaşabiliyor mu­sun, insanlığa seslenebiliyor musun?"22 Saygun, kendi çalışmalarmda yalnız halk müziğinden değil, Klasik Türk musıkisinden de yararlandı ve sanatçının bireysel arayışlarının önceliğini vurguladı.23 Necil Kâzim Akses de ünlü İngi­liz müzikçisi Sir William Walton ile 1948 yılında onuruna verilen bir kokteylde karşılaşmca, halk müziğindeki çokseslendirme çalışmalarmı anlattığını, Wal­ton ın da "Ben size samimi bir şey söyleyeyim mi? Bu şuna benzer: Kulübeleri toplayıp saray yapmaya. Öyle saray olmaz," dediğini anlatır ve "Bu bir haki­kattir. Halk türküleri öylece kalmalı. Onları toplayıp da büyük bir senfoni ya­zamazsınız," der.24 Cemal Reşit Rey ise "Batı müziği" ile "Türk müziği"nin karşılaştırılmasma bile imkân olmadığını, birincisinin bestecileri, icracıları, or­kestraları, çalgıları, müzikologları, konservatuvarları ile kolaylıkla ağır bastığı­nı savunmuştur.25
Görüldüğü gibi 1920'lerde ve 30'larda, can alıcı soruyu sormak mümkün olmamıştı: Bir ülkede nasıl bir müzik yapılacağını devlet belirleyebilir mi?

ATATÜRK'TEN SONRA
8 Ocak 1938 tarihli Ulus gazetesinde, Atatürk'ün dört gün önce Kemal ünal'a yazdırdığı "Fasıl musıkisi milli musıki değildir ve olamaz" başlıkh ya­zı yayımlandı.26 Bu yazıda yer alan "bugünkü Türk kafası, musıkiyi düşün­düğü zaman yalnız basit oyunlara yarayacak, insanlara basit ve geçici heye­can verecek musıki aramıyor. Musıki dendiği zaman yüksek duygularımızın, hayat ve hatıralarımızın ifadesini bulan bir musıki murad ediyoruz" ve "mu­sıkiden beklediğimizin maddi, fikri ve hissi uyanıklık ve çevikliğin takviyesi olduğuna şüphe yoktur," ifadeleriyle müzik devriminin amaçları yeniden be­lirlendi 27
1941 Temmuzunda Ankara Devlet Konservatuvarı ilk mezunlarını verdi. Diploma töreninde bir konuşma yapan Milli Eğitim Bakanı Hasan-Âli Yücel, "Müellifi bizden olmayabilir, bestekâr başka milletten olabilir. Fakat o sözleri ve sesleri anlayan ve canlandıran biziz. Onun için, Devlet Konservatuvarmın temsil ettiği piyesler, oynadığı operalar bizimdir, Türktür ve millidir,"28 di­yerek milli müzik tartışmasına yeni bir aglım getirdi. İsmet İnönü, cumhur­başkanlığı sırasında viyolonsel dersleri aldı, Ankara'daki konserleri sadık bir şekilde takip etti ve 1930'ların müzik politikası çizgisinden ayrılmadı.29
1950'den sonraysa müziğe daha çok Batılılaşmışlığın bir göstergesi olduğu ölçüde devletçe önem verildi, yani altyapı için fazla bir şey yapılmazken, bi­reysel anlamda başarılı öğrenci ve sanatçılar desteklendi, yurtdışından ünhi orkestralar getirtildi. 1960'lardaki VII. Milli Eğitim Şurası, Müzik ve Sahne Sa­natları Danışma Kurulu gibi oluşumlar herhangi bir belirleyiciliğe sahip ola­madı. TRT'nin etkisi, Batıh anlamda Klasik müziğin halka benimsetilmesini is­teyenleri hayal kırıklığına uğrattı. 1983'te konservatuvarlar üniversitelere bağ­landı, Türk musıkisi konservatuvarları kuruldu ve böylece garip bir ikibaşlılık yaratıldı30 Bütün bu süre boyunca konservatuvarlarm verdiği toplam besteci­lik mezunu sayısı 40'la smırlı kaldı,31 Ankara, İstanbul ve İzmir senfoni orkest­raları haftalık konserlerinde Tiirk bestecilerinin yapıtlarına çok az yer veril­di.32


DEVLETSİZ MÜZİK
Bugün Türkiye'nin müzik ortamma bakıldığında ilk göze çarpan şey, bü­yük oranda kendiliğinden gelişen bazı yönelimlerin hâkimiyeti: 1980'lerde 3 çok tartışılan arabesk olgusu artık şehre göçün ve işsizliğin kaçınılmaz bir so­nucu olarak kanıksanmış gözüküyor; halk müziği, ülke çapında hâlâ en çok "satan" müzik; Klasik Türk müziğinin popularize hali olan sanat müziği, ken- â di sanatçıları tarafından gelişememekle suçlanıyor; pop müzikte büyük sayı­labilecek bir canlilik yaşanıyor ve bu canlilik birtakım özgün arayışlar da ge­tirmiş durumda. Klasik müziğin elit bir tüketicisi varsa da bu, Türk bestecile­rinin ortaya çıkmasına ve onların özgün üretim yapmasına pek yansımıyor­İlhan Usmanbaş, Bülent Are] ve İlhan Mimaroğlu'nunı uluslararası başarıya ulaşmış yapıtları Türkiye'de neredeyse hiç bilinmiyor. Bu üçlünün en gend olan Mimaroğlu'nun 1926 doğumlu olduğu ve New York'ta yaşadığı göz önünde bulundurulursa, Türkiye'deki Klasik müzik ortammın çoraklığı daha iyi anlaşılabilir.
Öte yandan müzik eğitimi konusundaki uygulamalar, istenir çok şey bıra­kıyor. Müzik beğenisinin gelişmesi eğer Hindemith, Bartök ve diğerlerinin öne siirdüğü gibi bir olguysa, halkevlerinin kapatılmasında sonra bu konuda milli eğitim kapsamında fazla bir çaba gösterilmediği ortada. Aynı şey, Klasik Türk musıkisi için de geçerli - geleneksel musıkinin çokseslendirilmesi gerektiğine inanan "alaturkacılar", eğitim kurumları ve konservatuvarların yetersizliğin­den yakınıyor.
Bütün bunları söyledikten sonra, dünyadaki yönelimleri de hesaba kat­mak gerekiyor. 1990'lı yıllar, "dünya müziği" kavrammın iyice yerleştiği bir dönemdi; Peter Gabriel'ın real world adlı geniş kapsamlı projesi, "yerküresel köy" söyleminin şampiyonlarının en çok gurur duyduğu çalışmalardan biriydi - Sibirya'dan, Tanzanya'dan, Pakistan dan, Güney Amerika'dan, İrlanda'dan müzisyenlerin yapıtları dünyanın her yerinde dinlenir oldu. Müziğm önsını­rındaki Kronos Quartet, Romen ve Afrikalı bestecilerin yapıtlarmı Philip Glass'in ve Wagner'in bestelerinin yanı sıra seslendirdi. Asıl ilginç ve önemli' gözükense, müziğin bu artan dolaşım hızının sonunda etkileşimin de büyük oranda artması ve örneğin Amerikalı bir bestecinin Hint müziğinden etkilene­bilmesi. "Bu diğer temayülleri atarak yalniz köylü musıkisine gitmek temayü­himi şüphesiz ki müdafaa edecek değilim. Bence şayanı ehemmiyet olan nokta bu temayülün muasır diğer temayüller yanındaki meşruiyetini tebarüz ettir­mektir"33 diyen Bela Bartök haklıydı; müzik nasıl yapılmalı sorusunu "yalniz: ve her şeyden önce içtenlik... İşte bu kadar..."34 diyen Adnan Saygun da. Bu­gün evrensel müziğin koşulu evrensel olmak; milliyetçilik bunun için bir ön-` koşul değil. Devletin bu alanda bir rolü olacaksa bu da son ürünün nasıl olması gerektiğini belirlemek ve yasaklamacı bir siyasa izlemek değil, çağdaş an­lamda müzik eğitimini yaygın olarak sağlamak ve altyapı sorunlarının çözül­mesine katkıda bulunmak gibi gözüküyor. Atatürk'ün müzik devrimi girişimi­nin hikâyesi, nelerin nasıl değiştirilebileceği konusunda günümüz için de önemh ipuçları sağlıyor.


NOTLAR:
1 Sadi Irmak; Atatürk'ten Andar, O günlerden bu günlere bir bakış; Güneş Matbaası, Ankara (1978); s. 17.
2 Sadi Yaver Ataman; Atatürk ve Türk Musikisi; Kültür Bakanlığı, Ankara (1991); s. 7.
3 Filiz Ali; "Türkiye Cumhuriyeti nde Konservatuvarlaı", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi; İletişim Yayınlan, Istanbul (1988); s. 1531.
4 Orhan Türkdoğan; Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel llkeleri; Ankara (1987); s. 109.
5 Cem Behar; "Ziya Gökalp ve Türk Musıkisi", Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi; İletişim Yayınlan, Istanbul (1985); s. 1225.
6 Ibid.
7 Gü1tekin Oransay, hazırlayan; Atatürk He Mig; İzmir (1985); s. 100. Burhanettin Ökte'nin anıların­dan.
8 Ibid.; s. 94. Yaşar Okur'un anılarından.
9 Cevad Memduh Altar, müziğin lirik, mitolojik/epik ve trajik yapılar kurmayı mümkün kıldığını, Klasik Türk musıkisinin ise yalnızca lirik yapıdan yararlandığını söylüyor. Bkz. Erdoğan Okyay, hazırlayan; Cevad Memduh Altar'a Arınagan; And Müzik Vakfı Yayınları, Ankara (1989); s. 30.
10 Oransay (1985); s. 120.
11 Aktaran Etem Üngör; Musıki Mecmuası (Kasım 1963); s.189.
12 Vasfi Rıza Zobu'dan aktaran Oransay (1985); s.105. Osman Ergin, Hafız Yaşar Okuı'dan aktardı­ğı bir anıda, Atatürk'ün bir fasıl heyetini alıp Moda'ya gidişini, Belvü gazinosunda Karmen ça­lan Bahriye muzikasını durdurup incesaz heyetine "Çalınız!" deyişini, zeybek havasma geçildi­ğinde halkın da oynamaya başlayışını, Atatürk'ün de Şark musıkisinin hiç de uyuşuklaştırıcı ol­madığım görmekten memnunluk duyduğunu anlatır. Bkz. Oransay (1985); s. 96.
13 Oransay (1985); s. 121.
14 Oransay, "Çoksesli Musiki", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi; s. 1528.
15 Halk Müziği Hakkında Bela Bartök'un Üç Konferansı; Receb Ulusoğlu Basımevi, Ankara (1936); bi rinci konferans; s. 16.
16 Ibid.
17 Ibid.; ikinci konferans; s. 20. 18 Ibid.; s. 21.
19 Adnan Saygun; "Türk Müziğinin İnkişaf Yolu", Ülkü; Ağustos 1936; ss: 419-423.
20 Ibid.; s. 422.
21 "Teksesli Müzik", Türkiye Ansiklopedisi ı923-73; Kaynak Kitaplar, Istanbul (1974); s. 1110. 22 Adııarı Saygun'a Arına,~an; And Müzik Vakfı Yayınları (1990); s. 32.
23 Ibid.; s. 24.
24 Nejat Başeğmezler, hazırlayan; Necil Kâzim Akses'e Armağan; And Müzik Vakfi Yayınlan, Ankara , (1993); s. 34.
25 Cemal Reşit Rey; "Türk Müziği - Batı Müziği", Orkestra; sayı 19 (1964).
26 Oransay (1985); s.127. 
27 Oransay (1988); s.1523. 
28 Ali; s.1533.
29 Murat Katoğlu; "Cumhuriyet Türkiyesinde Eğitim, Kültür, Sanat", Türkiye Tarihi; Cem Yayınevi, İstanbul (1984); cilt 4, s. 486.
30 Oransay (1988); s.1524. 31 Katoğlu; s. 487.
32 Adnan Saygun'a Armağan; s. 45.
33 Halk Müziği Hakkında Bela Bartok'un Üç Konferansı; s. 23. 34 Adnan Saygun'a Armağan; s. 24.



KAYNAKÇA:
Adnan Saygun'a Armağan; And Müzik Vakfi Yayinlari, Istanbul 0990).
"Çoksesli Müzik", Tiirkiye Ansiklopedisi 1923-73; Kaynak Kitaplar, İstanbul (1974).
Halk Miiziği Hakkında Bela Bartök'un 3 Konferansı; Receb Ulusoğlu Basımevi, Ankara (1936).
"Teksesh Müzik", Tiirkiye Ansiklopedisi 7923-73; Kaynak Kitaplar, İstanbul (1974),
Laiha Karabey Akıncı; Garph Gözüyle Tiirk Musikisi; Doğan Güneş Yayinlari, Istanbul (1963).
Bülent Aksoy; "Tanzimattan Cumhuriyete Musıki ve Batıhlaşma", Tanzimattan Cumhııri­yete Türkiye Ansiklopedisi; İletişim Yayinlari, Istanbul (1985).
Filiz Ali; "Türkiye Cumhuriyetinde Konservatuvarlar", Cıımhuriyet Dönemi Tiirkiye An­siklopedisi; İletişim Yayinlari, Istanbul (l988).
Necip Ali; "Türk Dili ve Türk Müziği", Lİlkii, Birincikanun 1934.
Sadi Yaver Ataman; Atatiirk ve Tiirk Mıısikisi; Kültür Bakanlığı, Ankara (1991).
Bela Bart6k; Turkish Folk Music from Asia Minor; ed. Benjamin Suchoff; Priceton UP, Prin­ceton (1976).
Nejat Başeğmezler, hazirlayan; Necil Kâzım Akses'e Armağan; And Müzik Vakfı Yayinlari, Ankara (1993).
Cem Behar; "Ziya Gökalp ve Türk Musikisi", Tanzimattan Cumhuriyete Tiirkiye Ansiklope­disi; İletişim Yayinlari, İstanbul (1985).
Kemal Zeki Gençosman; Atatiirk Ansiklopedisi; Istanbul (l971).
Donald S. Hoffman; "An Introduction to Music in Modern Turkey", The Consort, no. 22, 1965 yazı.
Evin İlyasoğlu; Çağlarboyu Miizik Ansiklopedisi; Yapı Kredi Yayinlari, İstanbul (1995). Murat Katoğlu; "Cumhuriyet Türkiyesinde Eğitim, Kültür, Sanat", Tiirkiye Tarihi; Cem Yaymevi, Istanbul (1989).
Mahmut Ragıb Kösemihal; "Bela Bartök ve Eseri", Ülkü; İkinciteşrin 1936. Mahmut Ragıb Kösemihal; "Halk İçin Koraller", Ülkii; Haziran 1936. Erdoğan Okyay, hazirlayan; Cevad Memduh Altar'a Armağan; And Müzik Vakfı Yayinlari, Ankara (1989).
Gültekin Oransay, hazirlayan; Atatiirk ile Küğ; İzmir (1985).
Gültekin Oransay; "Çoksesli Musiki", Cumlıuriyet Dönemi Tiirkiye Ansiklopedisi; İletişim Yayinlari, Istanbul (1988).
Cemal Reşit Rey; "Türk Müziği - Batı Müziği", Orkestra; sayı 19, Istanbul (1964). Adnan Saygun; "Türk Müziğinin İnkişaf Yolu", Ülkii; Ağustos 1936.
Orhan Türkdoğan; Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri; Ankara (1987).
Vamık Volkan ve Norman Itzkowitz; The Inımortal Atatiirk; Chicago UP, Chicago (1986). Onsal Yücel; "Atatiirk Döneminde Sanat Yaşamı", Çağdaş Diişüncenin Işığında Atatiirk; Dr. Nejat F. Eczactbaşı Vakfı Yayinlari, Istanbul (1983).