Arkadan

Aradan çok zaman geçti, sık olmasa da hala düşünüyorum seni, bazen ortak bir arkadaşımızla konuşurken adın geçiyor, arkadan konuşmak hoşuma gitmese de sert espriler yaparak çınlayan kahkahalar atıyorum o zaman, yumuşak bir cümlecik eklemeyi de ihmal etmiyorum kontrolümü göstermek için; sende kalmış bir eşyamı hatırlıyorum bazen, daha doğrusu bir şeyimi bulamadığımda senin üstüne yıkıyorum bu yokluğu, bazen bir tişört oluyor bu, bazen bir kalem; bende hiçbir şeyinin kalmamasına çok dikkat etmiş olduğum halde nasılsa atladığım ayı desenli pazen pijamanı hala dolapta bir yerde tutuyor olmam artık eğlendiriyor beni, üstelik nereye koyduğumu da hep unuttuğumdan, her karşılaştığımda bir şaşkınlık duygusu yaşıyorum, tanımıyorum önce, sonra o pijamayı aslında hiç giymediğini, sırf evimde yerleşik bir varlığının olduğunu kendine ve bana kanıtlamak için getirip bıraktığını düşünüyorum, her seferinde düşünüyorum bunu, duysan sinirlenip haksızlık ettiğimi söyleyeceğini bile bile; kimi zaman başım sıkıştığında, ayna karşısında kendimi sıvazlamaktan yorgun düştüğümde, memelerinin arasından ağzına girişimi canlandırıyorum kafamda – başka hiçbir imge, hiçbir mizansen işe yaramadığında yapıyorum bunu, sonrasında biraz kötü bir tat bırakıyor bu bende, kendi kendine yetme mantığı üzerine kurulu bir etkinlik içindeyken senden medet ummak zorunda kalmasaydım keşke diyorum, ama her seferinde de işe yarıyorsun; işte genellikle bunu düşündükten sonra aklıma takılıyor hep aynı soru: o gece son kez sevişeceğimizi, sevişiyor olduğumuzu, seviştiğimizi biliyor muydun?
             Aslında sonuçları açısından birbirinden çok farklı üç soru: “bu son sevişmemiz” cümlesinin içerdiği bilgiye sevişmeden önce mi, sonra mı, yoksa sevişirken mi sahip olduğun, herşeyi değiştirir elbette. O zamana dek iki kez ayrılmış, bir daha görüşmemeye, en azından bir daha asla sevişmemeye birkaç kez karar vermiştik, dönem dönem bu kararı uyguladığımız da olmuştu, daha doğrusu bu kararları sen verirdin hep, benim bir şikayetim yoktu uzun boylu, yalnızca yeniden sevgili olduğumuzu düşünmene yol açacak kadar yakınlaşmamamıza özen gösteriyordum, bile isteye mesafe koyuyordum aramıza, sen çok sıkılıyordun bundan, bana karşı öfkeyle doluyor ve bir daha benimle olmayacağını söylüyordun, ama bunun gerçekçi olmadığını ikimiz de biliyorduk, en azından son sefere kadar: ilk hamleyi hep ben yapıyordum evet, üstelik her defasında, ilk sevişmemizin başlangıcındaki hareketi yapıyordum, üzerinde konuşulmamış, bedenlerimizin kendi aralarında kararlaştırdığı bir düzenekti bu sanki, bizim hikayemizin “know-how”u, sevişmelerimizin “leitmotif”i, her neyse – sana arkadan sarılıp boynunu yavaşça öpüyor, kokunu ciğerlerime çekiyordum, sol tarafın boydan boya ürperiyor ve bu beni hemen sertleştiriyordu. Bazen bir hafta boyunca, ne yapıyoruz, hani ayrılmıştık, yeniden mi başlıyoruz, bu sevişmelerin anlamı ne, gibi soruların yüzeye çıkmasına izin vermediğimiz, birbirimizin tadını çıkarmakla yetindiğimiz oluyordu, ama sonunda hep soruyordun, hep aynı soruyu soruyordun, o yüzden bu “tadını çıkarmak” dediğim şeyi yalnızca benim yaptığımı, senin gündemininse sabit ve farklı olduğunu, “bu son sevişmemiz” fikrinin de zaten bu yüzden sende doğduğunu düşünüyorum şimdi. Bir sondan diğerine ilerliyordun, her adımda gerçek Son’a yaklaştığını da biliyordun, eminim; ama son sevişmemizin gerçekten son olacağını biliyor muydun?
             Başladığımızda bildiğini sanmıyorum. İkinci kez ayrıldığımızdan beri senin evinde buluşuyorduk, yine senin evindeydik; son birkaç seferdir vişne şarabının eşliğine başvuruyorduk, yine aynı şeyi yapıp yarılamıştık şişeyi; sen sanki sevişmeyecekmişiz, ben geçerken öylesine uğramışım gibi yapar olmuştun, yine öyleydin, ama yine –gecenin bir saati olmasına rağmen- şık giyinmiş, saçlarını ve göz makyajını yapmış, gelmemi bekliyordun: o gecenin son gece olacağını gösteren hiçbir şey yoktu o aşamada. Diye düşünüyorum, yanılıyor da olabilirim – gülümsemende, bana bakışında bir farklılık var mıydı yoksa, şaraptan az içmenin özel bir anlamı olabilir miydi, kaşlarını kaldıra kaldıra konuşurken, son noktaya, son denemeye geldiğini bildiren, bildirmek isteyen ama ben hedonist bir erkek çocuğu kisvesine büründüğüm için hedefini ıskalamak zorunda kalan bir tavır var mıydı? Bunu kestiremiyorum işte, çok zaman oldu bir kere, ama hemen ertesinde düşünseydim de kesin bir yanıt verebileceğimi sanmıyorum. Düşünmek istemiyordum ayrıca; seninle bir daha sevgili olmamaya kesin karar vermiştim vermesine, ama ellerimi, bedenimi, aklımı senden uzak durmaya ikna edemiyordum, etmem gerektiğine de hiç inanmıyordum; o başka, bu başkaydı, iki insan hayatlarını sevgili olarak sürdürmeyeceklerine karar verebilir, başka sevgililer edinebilir, hatta başkalarıyla evlenebilir, ama arada birbirleriyle sevişebilirlerdi, kimseye bir zararı dokunmazdı bunun, hatta geçmişten gelen, romantik  ve saygıdeğer sayılabilecek bir yanı bile vardı. Yılda iki ay Prag’da yaşamamı mümkün kılacak bir hayat düzeni istemem gibi birşey, diyordum – sen ve ben, sevgililerüstü bir ilişki kurduk, talepkar davranmaksızın, kimseye de hesap vermeksizin, sevişmeyi sürdüreceğiz.
             Sürdürebileceğimize gerçekten inanıyor muydum, bitmeyeceğine, sonunun gelmeyeceğine? Sanırım hayır; bir kere insanların, dostlarımızın bizi rahat bırakmayacağı açıktı, senin bana karşı güçlü bir zaafının olduğunu, benim de bunu sana karşı kullandığımı düşünüyordu çoğu; düşünmekle kalmıyor, hayatını yeniden kurman gerektiğini, bunu da ancak benden mutlak olarak uzak durursan başarabileceğini telkin ediyorlardı sana. Ama dedim ya, düşünmek de istemiyordum – aşağısının uçurum olduğunu fark ettiği anda düşecek olan, ama şimdilik havada asılı durmuş, koştuğunu sanan bir çizgifilm kahramanı gibiydim. Şimdi, o geceyi hatırladığımda, her sevişmemizin ve dolayısıyla o sevişmemizin de bir son sevişme olma olasılığının beynimin ücra bir köşesinde beklediğini, hatta bunun gizli bir heyecan kaynağı görevini gördüğünü yadsıyamayacağım. Her seferinde, bir sonraki seferin gerçekleşme olasılığının azaldığını biliyordum, bunu açıkça düşünmesem bile – bir tür Rus ruletiydi, an meselesiydi, ama değilmiş gibi yapmazsam bu ruleti oynayamayacağımı da biliyordum.
             Sevişirken, o gece sevişirken, bana bir daha dokunmayacağına, sikimi bir daha okşamayacağına, kıçını bana dayamayacağına, gözlerin kapalı, nefesimin tenini okşayışını hissetmeyeceğine, parmaklarımın nereye gideceğini, ne yapacağını ürpertili bir merakla beklemeyeceğine karar verme sürecini mi yaşıyordun bir yandan da? Kendini bırakmış, nereye götürürse sevişme oraya gitmeye hazır, içinin bana akmasına karşı koymayarak mı sevişiyordun benimle, yoksa az sonra yapacağın jesti mi hazırlıyordun kafanda, nasıl bir tepki vereceğimi, senin bu tepkiyi nasıl değerlendirmen gerekeceğini mi hesaplıyordun? Yoksa bütün bu hesap-kitap-tartım işlemleri yataktan çıktıktan sonra, sen kırmızı mini kimononu üzerine geçirip bir kedi tavrıyla pencerenin yanındaki koltuğa oturduğunda, ayaklarını altında toplayıp bir sigara yaktığında ve benim giyinmemi seyretmeye başladığında mı gerçekleşti? O zaman mı karar verdin, o geceyi seninle geçirmemek için anlamadığın bir inat göstererek o kapıdan çıktığımda bir daha bana kapını açmayacağına? Senden çıkıp kendi evime yürürken, gecenin ferahlık verici serinliğinde, bunun son sevişmemiz olmasının ne kadar anlamlı olacağını düşündüğümü hatırlıyorum ben de – hayat hep devam eder, hayattaki hiçbir hikaye, estetik açıdan bitmesi gereken yerde bitmez ya, bu hikayenin de burada bitmeyeceğini, belki on yıl sonra kaldığı yerden devam edeceğini tahmin etmeme karşın, estetik bir yapısal bütünlük kurmak adına, senin evinden kendi evime yürüyüşümün gayet şık bir filmsonu olduğunu, bu görüntünün üzerine filmsonu yazılarının akıtılabileceğini, fonda da örneğin Nick Cave’den birşeyler çalabileceğini düşündüm, evet.

             Ne var ki ertesi gün unuttum bu düşünceyi; işten aradım seni, ikimizi de yoğun bir hafta bekliyordu, yine de belirgin bir sevgi ve yumuşaklık vardı seslerimizde, sanki son kez birlikte olmamışız, sanki gerilim noktalarımız gevşemiş, el sıkışmak için karşılıklı adımlar atan iki diplomatın, toplantı salonunun tam ortasında buluşmasındakine benzer bir simgesellikle, sessiz bir uzlaşmaya varmışız gibiydi. Sonra aradan on gün geçti; yeniden telefonda konuştuğumuzda, sigortalarının attığı sesinden belliydi. Kimbilir kaç kez yaptığımız şablon konuşmalardan birini yapmaya başladığımızda (“Ben yarım-yamalak, tanımı belirsiz bir ilişki istemiyorum, ya hep olsun, ya hiç olmasın.” “Hep’lik bir durum yok ortada yavrum, niye ayrıldık ki biz?”) sendeki son geceye dönüverdim; kokunu duydum; ben içindeyken, arkandan sana sarılmışken kendini hafifçe çekip beni içinden çıkartmanı, dizlerini karnına çekmeni, boşta kalan sikimi tutup aynı anda başını bana çevirmeni, kulağıma usulca “Öbürü,” diyip beni elinle yönlendirmeni hatırladım; anlık bir görüntü çakmasıydı bu, sen öyleyse artık benimle görüşmek, böyle yaşamayı sürdürmek istemediğini anlatıyordun telefonda, “Seni bir daha arayan ibnedir,” diyordum ben; yıllardır hayatımın tam göbeğinde yer alan, sevgilim, eski sevgilim, arkadaşım olan kadını, sen ve ben emekliye ayırıyorduk işte; ama kündeye gelmemek için mindere yapışan bir güreşçi gibi yatağa yayılmış halin gitmiyordu gözümün önünden – kendi  kendime gülümsedim, sen görmedin; bir hikaye için iyi bir son oldu bu, dedim, hayatta böyle anlamlı finaller olmuyor, ama hikaye öyle mi.