Bir gariplik hissederek uyandı Meltem: tren
durmuştu.
Bir an, nerede
olduğunu çıkaramadı.
İstanbul Sirkeci’den binmişlerdi Thessaloniki-Selanik
trenine, rahat ve temiz kompartmanlarına yerleşmişlerdi Onur’la, onun yanında
getirdiği dizüstü bilgisayarda Gwyneth Paltrow’un Sliding Doors’unu izlemişlerdi.
Camı indirmiş,
perdeleri kapamış sevişirlerken, bunu nedense oldum olası yapmak istediğini
fark etmişti; sonra biraz kitap okumuşlar, uykuya dalmışlardı.
Perdeyi aralayıp
baktı; küçük bir istasyon binası görünüyordu, Yunanca yazıyordu üstünde, demek
sınırı geçmişlerdi; ardından memur seslerinin “pasaport” sözcüğünü yinelediğini
duyunca karar verdi: Yunan tarafındaki ilk istasyondaydılar.
Sevgilisi yarımağız
uyandı, pasaportundaki fotoğrafına benzeyecek kadar; tren yeniden hareket
ettiğinde çoktan uyumuştu bile.
Ama bir gariplik
vardı: İstanbul’dan yola çıktıklarında pencereden görünenler sağdan sola
kayıyordu, oysa şimdi ağaçlar, ufak evler, elektrik direkleri ve kırlar
pencerenin sağladığı görüş alanına soldan giriyor, sağdan çıkıyordu.
Geri dönmüş
olamayız, diye düşündü Meltem. Geri mi dönüyorlardı?
* * *
Uyku tutmayınca kalktı Necmiye, “İsmet Paşa”
vapurunun tıklım tıklım dolu güvertesinde dirseklerini dayayacak bir yer aradı,
sonunda birilerinin arasına sıkışıp ilerideki ışıklara baktı.
Kilkis-Kılkış’ın
köyünden kalkmış, üç parça eşyasıyla birlikte Thessaloniki-Selanik’e inmiş, onu
yeni anavatanına götürecek bu külüstür vapura güç bela binmişti.
Kök saldığı yerden
sökülen bir ağaç ne yaparsa onu yapacaktı İzmit’e vardığında: torununun kızı
bir gün kalksın ve önce ailesinin nereden geldiğini görmek için, sonra da çok
sevdiği ve kendisini orada çok iyi hissettiği için, sevgilisiyle birlikte
Yunanistan’ı defalarca gezsin diye yeniden salacaktı budanmış köklerini.
Şimdi, denizin kör
karanlığında gördüğü ışıklar, onu uğurlayan Thessaloniki-Selanik limanının
değilse, onu buyur eden yeni memleketinin ışıkları olmalıydı.
* * *
Lamba bile değildi tavandan sarkan, çıplak bir
ampuldü yalnızca, ama kahveyi aydınlatmaya yetmeyen ışığı yine de Ali’nin
gözüne girmeyi başarıyordu.
Onyıllar
sonra, kızının kızı Sevim ağzını bozmadan onun adını anamayacaktı, ama Ali’nin
dumanlı kafasında bununla ilgili kaygılara yer yoktu şimdi: Mübadele’de ona
verilen arsadan kalan son parçayı sattığı Çingenenin getireceği bir kasa şarabı
ve Kavala-Kavala’da hep gittiği küçük mahalle meyhanesinin sahibi tombul kadını
düşünüyordu.
* * *
Osman Bey, Thessaloniki-Selanik’te bankerlik
yaptığı binanın karşısındaki meyhaneye bir kez olsun gitmemişti; kimi akşamlar
konağına dönerken önünden geçtiği ve içi çektiği olurdu ama.
“İsmet
Paşa” vapuruna on dokuz teneke dolusu altınla binmişti, tenekelerin üstünü de
zeytinyağıyla kapatmıştı, açması gerekirse altınlar görünmesin diye.
Şimdi,
İstanbul Aksaray’daki evinin bahçesinde, Onur’un babası olacak Mustafa’nın da
aralarında bulunduğu üç torununu, artık azalmaya yüz tutmuş bu altınların ufak
bir kısmıyla sünnet ettirirken aklında o meyhane değil, kendi çocukluğunda
Thessaloniki-Selanik’in pazar yerinde portakal tezgahının başında meyve satmaya
çalışması vardı.
* * *
Kavala-Kavala’da, artık Türk mahallesi olarak
bilinen Eski Şehir’in dar ve dik sokaklarından birinde, birden durdu Meltem:
tanıdık bir koku - Pazar sabahları büyük babaannesi Necmiye’nin közlediği
biberlerin kokusu; tanıdık bir ses - saklambaç ebesinin, arkadaşlarını aramaya
çıkmadan önce, gözleri yarı açık söylediği Türkçe tekerleme: “önüm arkam sağım
solum sobe, saklanmayan ebe.”
* * *
Evleneli çok olmamıştı, ama Necmiye hemen
hamile kalmış, daha ne olduğunu anlayamadan, önce bir oğulları, hemen ardından
da bir kızları olmuştu. Mehmet, bekçilik yaptığı Hereke Dokuma Fabrikası’nın
deniz kıyısındaki arazisinde dolaşırken, bunun son yürüyüşü olduğunu, sabahın
erken saatlerinde nöbetini tamamlayıp eve döndükten sonra dalacağı uykudan
uyanmayacağını, Necmiye’ye Kilkis-Kılkış’ta verdiği sözü, onu asla yalnız
bırakmama sözünü bozmak zorunda kalacağını bilmiyordu.
Bilseydi,
yemek saati saklambaç oynayan çocuklarına bir daha hiçbir zaman kızma şansının
olmayacağına da üzülecekti belki.
* * *
“Yavaş kullanacaktın, söz vermiştin,” diyerek
somurttu Meltem, Xanti-İskeçe’de arabalarıyla turlarlarken.
İstanbul’dan
arabayla çıkmışlardı bu kez, Athina-Atina’ya kadar inip feribotla
Kos-İstanköy’e, oradan Bodrum’a geçecekler, ardından Ege boyunca kıyın kıyın
kuzeye çıkıp İstanbul’a döneceklerdi.
Çok
da hızlı gitmiyordu Onur, ama evlenmelerinden sonra, özellikle de hamile
kaldığından beri Meltem bir sürü şeyden korkmaya başlamıştı, Onur da zorlamamaya
çalışıyordu; zaten bilmediği yerlerde, bilmediği yollarda hız yapmayı sevmezdi,
yanlış yolda olduğunu anladığında birden durup dönmesi gerekebilirdi.
Şimdi
olduğu gibi: arkalarındaki arabanın şoförü, Türkçe “Eşek İstanbullu!” diye
bağırınca, bir Anadolu kentinde hissetti kendini Meltem, elinde olmadan güldü.
* * *
Henüz Atatürk olmasa da çoktandır Atatürk
muamelesi gören ve öyle davranan Mustafa Kemal’in karşısına çıkarıldığında
Nimet iki gözü iki çeşme ağlamaya başlayınca, Ali’nin eli ayağına dolandı, kızı
yüzünden Büyük Önder’den azar işiteceğini düşünüp yerin dibine girdi.
Hemşerisinin
neden ağladığını soran Mustafa Kemal’e, okula gitmek istediğini ama babasının
göndermediğini anlattı Nimet; getirtilen gazeteyi güzelce okuyarak, okula
gitmeyi çoktan hak ettiğini kanıtladı.
Mustafa
Kemal, Maarif Müdürü’nü çağırtıp Nimet’in ikinci sınıftan okula başlatılması
talimatını verirken herkes bir yandan da Ali’ye bakıyordu, Ali’yse hala ayağında paralanmamış Thessaloniki-Selanik
yapımı damatlık ayakkabılarına.
* * *
Yağmura tutulmuşlardı, ama yine de
yürüyorlardı - Thessaloniki-Selanik’in sokakları yağmurda İstanbul Erenköy gibi
kokuyordu.
Bir
köşeyi döndüklerinde, bir film setine düşmüş gibi oldular: kapısı açık bir
kiliseden ışık ve neşe akıyordu dışarı, o sırada beyazlara bürünmüş gelin geçti
yanlarından, içinde enikonu bir kalabalığın beklediği kilisenin basamaklarını
yanındakilerle birlikte olabildiğince hızlı çıktı.
Kavala-Kavala’da
apartmanlarla dolu bir sokağın ortasında karşılarına çıkan, meyveleri hala
üstünde duran portakal ağacından sonra Meltem’i en çok mutlu eden sürpriz bu
oldu tüm gezide.
* * *
Necmiye, söndürülene kadar bütün evi küle
çeviren yangının ertesinde, tepeden Dokuma Fabrikası’nın ışıklarına bakarken,
Selanik’in Fransızlar ve Bulgarlar tarafından nasıl yakıldığını, kentin üstüne
zeplinle nasıl benzin döküldüğünü hatırladı; bunu iki çocuğuna ne zaman
anlatacağını düşünürken aklına geldi: alev alev yanan Adliye’nin hemen yanında,
bir Türk bankere ait olan konak, tüm kenti bir günde yok eden yangından nasıl
da kurtulmuştu.
* * *
Bu kez üç kişiydiler - yeni yeni cümle kurmaya
başlayan ve adı sorulduğunda “Kaaniko” diyen oğulları da vardı “Dostluk Treni”ndeki
kompartmanlarında.
O
da, Onur da kısık kısık horlayarak uyuyordu şimdi; Selanik gezisi ikisini de
yormuştu.
Meltem
de yorgundu gerçi, ama uyumamak için direniyordu; trenin hangi aşamada ve neden
yön değiştirdiğini, değiştirmiş gibi yaptığını, değiştirip değiştirmediğini bu
sefer anlamaya kararlıydı.